Cuma, Ocak 20, 2017

Abi valla görmedim

Ah kimselerin vakti Yok durup ince  şeyleri anlamaya

Rahmetli Gülten Akın, bu canım mısrasını kullandığımı bilse muhtemelen kemikleri sızlardı.

Üniversiteyi yeni bitirmişim.
Aylardan  Ramazan vakit iftara yakın, Merter Otobüs durağında bir arkadaşımı bekliyorum arabayla gelip alacak devam edeceğiz.
Bir de nasıl pis bir yağmur var rüzgarla karışık
O rüzgarla karışık yağmur ağzıma girmemeli ama.
Orucum sakatlanmasın kafasıyla ufak ufak Aşkı Memnudaki bir Bihter Ziyagil, Gülen Gözlerdeki bir Itır Esen gibi "tuh tuh" yapa yapa kimseyi rahatsız etmeden tükürüyorum.
Yine de otobüs durağındayım, yağmur da yağsa, kibarlıktan ölsem de tükürüyorum işte, uzatmaya gerek yok.
Dedim ki insanlar rahatsız olmasınlar ben biraz tenha bir yere geçeyim de orada içimdeki canavar çıkar.
Merter'den Bakırköy istikametine doğru biraz yol aldım.
O sırada da ağzımda birikiyor yağmur suyu, "heh" dedim zamanı geldi kimseyi rahatsız etmem artık, ince adamım arkadaşım, sağa baktım sola baktım kimse yok.
Tam yere dönüp tükürdüm ki, Eyvah! Omuz hizamda kimse yoktu ama kol hizamda en mümeyyiz vasfı bıyıkları olan bir Abi var.
Bildiğin, düpedüz, durup dururken dönüp adamın yüzüne hem de bıyıklarının tam ortasına tükürmüştüm.
Dedim ya başta yüzüne tükürdüğüm için bana kızan o Abi olmak üzere durup ince şeyleri anlamaya vaktimiz yok :) Ben neden oradaydım neden orda tükürdüm ahh ah :)
Yok yahu Ne kızması adam şaşkınlıktan kızamadı bile, olana bitene anlam veremedi. Tek kelime etmedi
Zaten üst bıyığından sarkan o tükürük varken konuşmaması daha iyiydi belki konuşsa onun da orucu bozulacaktı

Salı, Ocak 17, 2017

Yağmur yağdı da toprak ıslanmadı

Yeni evime alıştım gibi
Artık karanlıkta el yordamıyla ışığı açabiliyor, gece kabustan uyandığımda kafamı ayağımı bir yere çarpmadan mutfağa ulaşabiliyordum.
Bir hafta oldu.
Çocukluğumdan beri böyleyim, gerçi sanırım herkes benim gibi öyle özel bir şey değil yani, saat 03:22 ise 03:30'u beklerim kalkmak için, tövbelere hep birazdan işleyeceğim günahtan sonra başlar, hayata ilişkin kararları ya Pazartesi ya da ayın birinde uygulamaya başlarım.
Bu evde de öyle, yeni başlangıç
Taşınmadan önce zihnimi tamamen durdurdum, kasten iradi olarak düşünmedim hiç bir şeyi.
"Eve taşınınca" dedim hep.
Eve taşınınca düşünürüm, eve taşınınca insanlardan kaçarım, eve taşınınca bir zavallıya dönüşürüm.
Şifre zavallılıktı
Eve taşınınca zavallılığımın resmî tarihi başlayacaktı.
Taşındım sonra.
Bu defa da evi tanıyayım, yerleşeyim, çamaşır makinası arızası düzelsin, kaloriferin suyu boşalsın diyerek bir hafta daha geçirdim.
Bir haftada işe gittim, öğlen yemekleri yedim, futboldan konuştum, normale göre daha az şaka yaptım ama yaptım. 
zararsız flörtler ettim kadınlarla, bir adım daha sonrası olmayan anı kurtaran yumuşak flörtler. Bazen yaşlı bazen genç bazen yaşıtım kadınlarla.
Ümit vermeyen, duygularla oynamayan, küçük iltifatlar, küçük sataşmalar, küçük dikkatler hepsi bu. Sonrası, olanı biteni bana ait değil, ben küçük oyunlar oynarım sadece.

Erteliyordum ama aklım kalbim, ellerim, içtiğim sigara büyük günün geldiğini biliyordu.
Ben de biliyordum 
Sonsuza kadar süremezdi  
Saat 03:30, gün Pazartesi olacaktı, aybaşı olacak evin tüm işleri bitecekti.
Bitti..
Bir fincan kahve yaptım kendime, sert, sütsüz, şekersiz bir kahve.
Fincanım sütlü kahve ve kırmızı toprak renginde, üzerinde kahve çekirdekleri var ve silüet halinde bir kadın..

Ne olduğunu anlatmam gerekecek sanırım
Bundan sanırım 3 ay önce, ne sanması, tam 3 ay önce, ufak tefek yazılar yazdığım derginin editöründen bir mail aldım. Yazılarımın artık kitaplaşması gerektiğini, istersem şu ana kadar dergiye yazdığım yazılardan oluşan bir öykü kitabı hazırlanabileceğini ya da zaman ayırır yeni  şeyler yazarsam belki bir roman basabileceklerini, eğer böyle bir niyetim olursa hazırlanacak kitabın editörlüğünü de kendisinin zevkle yapabileceğini yazan bir maildi.

Ara sıra yazdığım dergi, tirajı varla yok arasında olan, arkasında edebiyata meraklı fakat yeteneksiz bir işadamının desteği ile çıkıyordu. İşadamını tatmin etmek için anıları, başarı öyküleri ve sıradan şiirleri yayınlanıyordu. Basen de röportajı oluyordu bu esnada gözleri Ufuk'ta pozlar vermeyi ve mutlaka detayda masanın bir yerinde açık bir kitap tutmayı seviyordu.
İnsanoğlu, garip saplantıları var 

Ben de ayda bir bazen iki kez yazı gönderiyordum. 
Kendi halinde, iddiasız, Özgür şeyler
Kendi adımla da yazmadığım için başka biri oluyor başka bir özgürlük tadı çıkarıyordum.
Ya öykü ya deneme yazıyordumo
Kendi çapımda yeni tarzlar deniyordum, Oğuz Atay okuduktan sonra ona özenmemek yeni bir şey denememek mümkün değildir zaten
Yazdığım süre içerisinde yazdığım hiç bir yazının bekletilmeden yayınlanmasından dergi yönetimiyle kanımızın uyuştuğunu hissediyordum.
Yönetim dediysem, editör de yönetmen de aynı kişi, yazılar gönüllüler tarafından yollanıyor, baskı ve web tasarım için ise profesyonel hizmet alınıyordu.

Editörün ismini biliyordum; Verda Adıvar 
Ama doğrusu bu maili alana kadar internette bir kez olsun bile adını aratmamıştım.
Maili alınca arattım, bolca dergi görseli çıktı, sosyal medya hesapları korumalıydı ve fotoğrafı yoktu.
Sadece başkasının yüklediği bir fotoğrafta fotoğraftaki isimler sayılmıştı, soldan sağa ayaktaki üçüncü kişi Verda Adıvar.
Kötü bir fotoğraftı, kötü bir cep telefonuyla gece çekilen, zoraki poz verildiği belli ama aslında gerçeğim fotoğrafla hiç ilgisi olmayan fotoğraflardan.
Yine de siyah kıvırcık saçlı bir kadın gördüm, sanırım gözleri de siyaha yakın kahverengiydi, ortadan biraz uzun boylu ve yüz mimikleri gülmeye hazır bir kadındı.

Aldığım maille heyecanlanmıştım.     
Eline bir kez olsun kalem alıp bir şeyler yazan herkes bir gün yazacağı kitabın hayalini kurar.
Gururum okşanmıştı.
Hemen ilgisine ve nezaketine teşekkür etmekle başlayıp duyduğum memnuniyetle devam eden, telefon numaramı bırakıp lütfen beni arayın ile biten bir cevap maili yazdım. 
Maili gönderdikten yarım saat sonra telefonum çaldı.
Bilmediğim bir numara arıyordu, bu kadar çabuk olmasına şaşırmıştım ama telefondaki kişi işyerine yeni başlayana muhasebeciydi. 
Iban numarama ulaşamıyormuş filan
Halbuki acayip havaya girmiştim
Mailin başında, geleceğin yazarından gelen maili bekleyen, numaramı aldığı gibi arayan ve maden bulmuş gibi sevinen bir editör hayal etmiştim. 
Yeni bir Orhan Pamuk yeni bir Sebahattin Ali mi olacağım derken muhasebeciye Iban yazıyor halde buldum kendimi 

Ertesi gün, ara ara aklıma geldi ama ne mail geldi ne telefon.
Üçüncü gün öğleden sonra beklenen telefon geldi
- Merhaba Ömer, ben Verda, dergiden. Nasılsın? Bir kahve içip kitap hakkında konuşsak vaktin olur mu?
Lüzumsuz bir şaka geldi dilimin ucuna ama yapmadım. "Tabi" dedim"büyük bir memnuniyetle" 
Yeri kararlaştırdık, tam iş çıkışı bir vakitte kalabalık bir mekana sözleştik.

Ben tam zamanında, olmam gereken yerdeydim o da öyle.
Siyahı seviyor olmalıydı.
Üzerinde tek parça siyah uzun kollu bir elbise vardı, ayakkabıları bileği saran önleri açık şık ayakkabılardı, çantası vizon renk büyükçe bir çantaydı, saçlarını topuz yapmıştı, çok güzel ve huzur verici görünüyordu.

Dostça el sıkıştık, oturduk, anladığım kadarıyla ruhu bana benziyordu.
Gereksiz ilk tanışma gerginlikleri, aman yanlış bir şey yapmayayım kompleksleri olmayacaktı.
"Aç mısın?" Dedim "Yok değilim, kahve içeceğim belki yanına tatlı bir şeyler alırım" dedi
Ben de aynısını yaptım.

Dedim ya, fotoğrafındaki gibi, yüzü gülmeye çok müsaitti, bir de kocaman gamzesi vardı sağ yanağında.
Sebebini düşünmedim ama çok mutlu olmuştum
Ne kitap ne geleceğin Sebahattin Ali'si olmak fikri böyle  mutlu etmemişti beni 
Konuşmaya başladı
- Ömer, yaklaşık bir yıldır dergiye yazı yolluyorsun, ilk yolladıklarından bu yana hepsini merakla okuyorum, hatta onları ayrı bir klasörde saklıyorum dahası belki kitap olurlar diye üzerlerinde küçük editöryel çalışmalar bile yaptım. Uzun zamandır dergi editörlüğünün yanında kitap editörlüğü de yapmak istiyorum. Dergiye destek olan işadamını biliyorsun, bir yayınevi yatırımı yapmak istiyor, başlangıçta benimle başlayıp tek editörle çalışmak istiyor, senin de ilk kitabın yeni yayınevinden çıkabilir. 

Kulağa hoş geliyordu, ama sesin tınısı sesin anlattıklarından çok ama çok daha güzeldi.
Hele yarı güldüğünde tam bir çukura dönen gamzeleri, siyah kıvırcık saçları, siyaha yakın gözleri, narin elleri, heyecanlı heyecanlı anlatması, aklına yeni bir şey gelince ışıldayan gözleriyle anlattığı şeyi kesip hemen aklına yeni gelene geçmesi 
Anlattığı her şeye "olur, tabi, ne güzel fikir, ben elimden geleni yaparım, ya manyak mısın kesin başarırız" filan gibi mahçup sempatik karşılıklar veriyordum sadece.

Kitap güzel fikirdi 
Benden istediği en geç üç ay içerisinde hazıra yakın bir dosya hazırlamamdı
İstersem daha önce yayımlananlardan ya da istersem yepyeni bir öyküyü yepyeni bir anlatımla yazabilirmişim, kendisi de bunu tercih edermiş.
Bu süreçte sık sık bir araya gelip kitaba ivme ve derinlik kazandırabilirmişiz.
İnsan sadece 3 ay boyunca sık sık onu görmek için bile kabul eder bu teklifi 

Tabi ki deli gibi kabul ettim 
- Tamam, ben hemen bu gece yazmaya başlıyorum, zaten uzun zamandır aklımda olan bir şeyler var ordan yürürüm, umarım iyi şeyler çıkar.
Yaptığım iş ekonomik olarak beni tatmin ettiği için yazmak güzel bir hobiydi ama şimdi başka bir sorumluluk alıyordum, iş ciddileşiyordu ama hiç itirazım yoktu.k
Kalkmaya yakın dedim ki
- Ben akşamları pek konsantre olamıyorum. Pek zeki biri de sayılmadığımdan tüm günün ağırlığından sonra akşam iş konuşmak için en kötü zaman oluyor. Hafta sonu sana da uyarsa, deniz havası da alabileceğimiz efsane bir kahvaltıya davet etsem seni. Bal kaymak beni olduğumdan daha zeki yapıyor.
Gamzesi ortaya çıktığına göre memnun olmuştu, en azından reddetmeyecekti.
Cumartesi için sözleştik

Bir karikatür albümü aldım hediye olarak, sonra Cumartesi sabahı verdiği adrese gidip onu aldım evinden. 
Arabaya biner binmez verdim hediyesini, gamzesi yine çıkmıştı ortaya 
Yine siyah rahat bir pantolon üzerine de siyah beyaz çizgili şık bir gömlek vardı
Ne kadar rahat Ne kadar huzur verici görünüyordu 
Hayatında hiç kızdığı olmuş muydu acaba? 
Çok üzüldüğünde ne yapıyor? 
En çok neden korkar, hangi kokuyu sever?
Geç mi erken mi uyur?
Film izlerken konuşmaz mı yoksa patlamış mısır çekirdek film dedikodusu mu sever izlerken?
Sanırım fena halde aşık olmak istiyordum 
Aşık olacaksam böyle bir kadına olmalıydım
Güzel, iyi ve neşeli bir kadına.

Kahvaltıya oturduğumuzda, kitap dışında şeylerden konuşacağımızı, güleceğimizi, sebepsiz susacağımızı, gözlerimizi birbirinden kaçıracağımızı biliyordum.
Düşündüğüm gibi oldu.
Kahvaltıdan sonra deniz kenarında bir yürüyüş, ailelerden, havadan,  trafikten, İstanbuldan, Galata Kulesinden bahseden bir muhabbet 
Gülüyorduk beraber
Yaşlarımız hemen hemen aynıydı
Aynı şarkıları dinliyor aynı yazarları okuyorduk
Beşiktaşlıydık 

Derken akşam oldu, derken başka akşamlar, derken başka geceler derken sabahlar oldu
Hayatımda bir kilit varmış da anahtarını bulmuşum gibi, bulutlar güneşi kesmiş de birden kaybolmuşlar gibi
Saatlerdir ayakta durduktan sonra ilk oturduğun an gibi
Zaman geçtikçe huzur geliyordu hayatıma
Kızıl sathiyan bir gül tomurcuklanıyordu günlerimin her birine: Verda 

Kitap yazma konusunda çok başarılı gittiğimi söyleyemem, zaten yayınevi fikri de ilk başladığı heyecanda değildi, ekonomik zorluklar devreye girince başlangıç tarihi uzayacak gibi görünüyordu
Kimin umrundaydı ki 

Hava yavaş yavaş soğumaya başlıyordu
Ne kitap kalmıştı aklımda Ne yazacak takat
Aradığımı farkında olmadan bulmuştum 
Akşamları yemekler yiyor Boza içmeye gidiyor filmler izliyorduk. 2. Dünya savaşı temalı ama sadece Yahudileri konu almayan filmler
Verda'nın gamzeleri büyüyordu, beni, kocaman dünyayı, küçücük alemi alıyordu içine
Yüzü gülüyordu, Ayın on dördü değil Verda'nın yüzlüydü gülen
Işıl ışıl değil, nurlu ilahi bir aydınlık yayılıyordu güldüğünde
Verda'nın saçları daha kıvırcık oluyordu, bütün çetrefilli sorular çözülüyordu kıvrımlarında, parmaklarım hayallerim umutlarım kayboluyordu saçlarının dalgalarında, ben kayboluyordum

Her masalın cadısı, tek gözlü devi, kötü kalpli üvey annesi olur 
Bizimkinde yoktu
Bir iş gezisi için Arjantin'e gitmem gerekiyordu 
Beraber gidelim diye çok ısrar ettim, dergiydi patrondu yayıneviydi derken bir sürü bahane buldu biraz da uçaktan korkuyordu
Bir haftalık bir işti
Dönünce evlenme teklif edecektim, neden onsuz geçsin ki zamanım, neden Verda kokan çocuklarım olmasın ki
Herşey olması gerekenden çok daha güzel gidiyordu
Bereketli topraklara yağmur yağıyordu 

Yola çıkacağım gece gamzeleri kapalı gibi geldi bana
"Gidiyor musun şimdi" dedi
"Geleceğim" dedim
Sarıldık, sonra tekrar sarıldık, sonra bir daha
Yüzünde kırık bir gülümseme varmış gibi geldi bana ya üstünde durmadım
"Çabuk gel" dedi
"Çabuk gelirim" dedim
Gamzesinin olduğu yanağından öptüm 

İstanbul dışında bir yerde yaşama şansım olsa kesinlikle Buenos Aieres'te yaşamak isterdim.
Adı bile yetmez mi 
Buenos Aires= güzel havalar
Beni bu güzel havalar mahvetti dememiş miydi Orhan Veli, böyle güzel havalarda istifa etmemiş miydi Evkaftaki memuriyetinden, böyle havalarda tütüne başlayıp aşık olmamış mıydı
Her köşe başında Tango, dev kitapçılar, eskiciler, şehrin ortasında bir nehir nehrin gittiği yerde İtalyan Göçmenlerin yaptıkları rengarenk evler, sanat, müzik, futbol, Maradona, La Boca, dev caddeler, denizin kıyısı karşı taraf Uruguay
Ruhuyla yaşayan, ruhuyla yaşlanan şehir 
Ah bir de İspanyolca bilip karışabilsem insanların arasına şehrin kapılarını kapattırıp üstüme 1000 yıl sesimi çıkarmadan yaşarım.
Verda gelmeli buralara mutlu olmalı buralar da gamzelerine sığmalı bu şehir 

Verda nasıldı acaba? 
Dönmeme 2 gün kaldı 
Her gün görüşmüştük, her gün görmüştüm güzel gözlerini 
Ama şimdi yine Telefonu cevap vermiyor 
Abisini aradım, o da açmıyor telefonunu
Telaş etmem gereken bir şey mi var acaba?
Dönene kadar aynısı kimseye ulaşamıyorum
Attığım mesajların da okunduğunu görmüyorum
Azap oldu burası artık
Her an elim gözüm telefonda ama put gibi oldu telefon 
Kötü bir şeyler olduğundan hiç şüphem yok 

Nihayet bitti 
Uçak indi
Valizlerimi almadan  ilk taksiye atladım
Verda'nın evine git diyorum taksiciye, taksici bilirmiş gibi 
Evde bir sürü insan, başları acemice örtülmüş kadınlar, sigara içen adamlar, uzaktan akraba olduğu belli yüzler

Verda Öldü
Verda Öldü..
Gamzesi, gülüşü, kıvırcık saçları, sevdiği filmler, okuduğu kitaplar, kıyafetleri hepsi birden öldü

Gelmeme iki gün kala 
Gece, ufak tefek şeyler almak için evden çıkmış, sarhoş bir şöförün kontrolü kaybeden aşırı hızlı arabasının altında ölmüş gamzesi, gülüşü
Vuran araba korkudan kaçmış, soğukta tek başına ölmüş. 
Yetiştirmemişler hastaneye, sokakta ölmüş.

Ölmüş
Lanet olsun
Sordum, evet, gamzesi de ölmüş gülüşü de
Hani yokluk yoktu bize 
Hani o hep gülecek ben hep gamzelerine sığınacaktım
Neyimiz eksikti ki bizim?

Verda'dan sonra, sonra diyen dilim kurusun,
Verda'dan sonrası yok,
 evimde duramadım
Ertesi gün yeni bir eve taşındım
Dayalı döşeli bir ev kiraladım, eski evden bir iğne bile almadım, istemedim 
Bir hafta oldu yeni eve geçeli
Bir hafta oldu, Pazartesi geldi, aybaşı oldu
Verda'sız, salak gibi, düşünmemeye çalışarak, çok uyuyarak, sıradan şeylerle geçti bir hafta

Şimdi yas vakti
Zavallılığım çağırıyor 
Her şey hazırdı
Toprak hazırdı, çiçek bitecekti onda
Beraber uyuyacak, beraber uyanacaktık 
Olmadı
Lanet olsun
Verda öldü
İli kelime hayatın tam ortasına,
Biri Verda biri Öldü
İki hafta izin aldım
Perdeleri kapattım
Bir şarkı dinliyorum
Kürtçe bir şarkı, 
ne Verda ne de ben Kürtüz 
Neşeli bir havası var şarkının, şarkı Verda'ya benziyor
24 saat boyunca hiç durmadan çalıyor, hiç durmadan
Diyor ki 
Yağmur yağdı da toprak ıslanmadı
Sen benimdin de Allah nasip etmedi



Pazartesi, Ocak 16, 2017

Otostop

OTOSTOP GÜNLÜKLERİ
Üniversite yıllarımda otostop çekmeye bayılırdım.
Bir sürü yeni insan, bir sürü hikaye.
Hem nelere binmezsin ki sonra, kamyonlar, son modeller, kendi halinde sadece gidecek gücü olanlar...
Sohbet canlısı çok nazik araç sahipleri de olurdu Nemrut olanları da.
Diğerleri normaldi de bu Nemrut olanları anlamazdım.
Arkadaş madem pis bi herifsin ne diye alıyorsun arabana, istenmeyen içgüveysi damat sendromuyla bitmiyor sonra o yollar.

Yıllar geçip kendi arabama sahip olduğumda nerde elini kaldıran olsa, ya da bırak el kaldırmayı nerde araç beklediğini düşündüğüm birini görsem davet ettim arabama.
Hatta sık sık bizimkilerin "neeee nasıl durursun nasıl alırsın gecenin o vakti tanımadığın adamları arabana, hiç mi aklın yok senin" fırçalarını da az yemedik.
Hemen örneklendireyim öyle işkembe-i kübradan atıyormuş sanılmasın.
Bir kış vakti, Iğdır'dayken, bir yakınımı Kars Havaalanına bıraktım dönüyorum, nasıl karanlık nasıl soğuk tam korku filmi platosu.
Şimdi adını vermeyeyim çatışmaların bol olduğu bir İlçenin sınırından geçerken iri kalıplı iki kişi el etti o kadar karanlık ki yüz görmek mümkün değil sadece iki karaltı.
Bunlar el edince ben de durdum, adamlar kapıyı açıp büyük bir hayretle "gardaş sen deli misen, burada durulur mu? El kaldırdık diye durman mı gerek? Biz belki bir tanıdığa rastlarız diye el ediyoruz sen ne siye duruyon, canından da mı korkmuyon?"
Güldük beraber fırça faslı bittiyse atlayın dedim, oralılarmış yakın bi yere gideceklermiş soğuktan gidememişler filan.
Neyse örnekle ispat yeter, kendi kahramanlıklarımı anlatmak değil derdim.

Kendi çektiğim otostoplara dönüyorum;
Otostop çekme ameliyesinde beni ilk cesaretlendiren belki de otostopla başlayan güne gidelim.
Evdeyim o zaman cep telefonu yok, ev telefonundan biri arayıp acil yetişmem gereken bir haber verdi ama minibüs yarım saatte bir geliyor nasıl yetişirim diye düşünürken ben o telaşla yola fırladım geçen ilk arabaya elimi kaldırdım.
Araba ilk başta durmadı, araba diyerek de haşa saygısızlık yapmayayım, uçak uçak, acayip bi, şey son derece son model, hiç binmemişim daha önce öylesine, derken sert bir fren araba geri geri geldi camı açtı gayet nazik "kusura bakmayın dalgındım buyrun" dedi, herşeyi geçtim yaşım 18 adam bana "siz" diyor "buyrun" diyor tabi o zaman çok acelem olduğundan bunların herbirine ayrı ayrı şaşıramadım, bir şaşırmayla hepsini idare ettim, sonra aklıma geldikçe her biri için "oha, yok artık" dedim. Sağolsun bi de gideceğim yere kadar bıraktı ki değme keyfime
O gün işte otostop fikrine çok ısındım
Artık gerekli gereksiz, zamanlı zamansız sürekli elimi kaldırıp duran ilk tekerlekli araca biniyor ve şöförüyle havadan Sudan sohbet ederek gidiyordum.

Yine günlerden bir gün, bir Cuma namazı çıkışı, cami önünde duran son model bir jipe el ettim, şöför de kapıyı açıp arabaya binerken başıyla selama benzer bi işaret yapınca, hoop ön kapıyı açıp koltuğa kuruldum.
Kuruldum kurulmasına da o sırada arka kapı da açıldı, Şöför hışımla bana dönüp " napıyosun sen yaa, patron biniyo ya" diye bol "ya" lı  bir fırça atınca gülsem mi ağlasam mı bilemez bir halde kalakaldım.
Patron da Karadeniz uşağı, ağır abi " n'oluyo" dedi
Ben de sesimi en fazla kendim duyabileceğim bir sesle "Abi eve gidecektim, otostop çekiyordum, Araba benim için durdu sandım ondan bindim, hemen inebilirim" dedim.
Patron, koçum benim bee, "olur mu öyle şey, bırak kardeşi evine" dedi şöföre.
Yolda hiç konuşmadık ama kapıya kadar bıraktılar, inerken "sağol Abi" dedim Patrona, şöförle hiç muhatap olmadım, havaya girmişim, sonra evde ödenmemiş elektrik faturasını gördüm de normale döndüm Allah'tan.
Çok şükür

Aradan 1 hafta geçmiş geçmemişti.
Bu sefer yine son derece lüks bir arabaya el kaldırdım.
Sağolsun durdu, gideceğim yer zaten yolunun üzeriymiş filan.
 Amaa aha bu da onlardan çıktı. Nemrut'lardan.
Bildiğin Nemrut Ne konuşuyor, ne soruyor, soru sorsan tek kelimeyle cevap veriyor.
Sanırım yaptığını yeter derecede bir iyilik olarak gördüğünden güler yüzlü olma hal hatır sorma gibi bonus sevaplara pek tamah etmiyordu.
Otostop tecrübelerim çok üstüne gitmemem gerektiğini söylediğinden susup yol bitsin diye bekliyordum.
Yol devam ederken bir ara sokağa geldik.
O sıra sokaktan bir araba çıktı o da ne, bizim Nemrut ses verdi "yanlış yönden geliyor aslında yol vermemek lazım"
"Hmm evet" filan gibi kontrollü cevaplar verdim ben de, ne olur Ne olmaz, Konuyu uzatırım tıp diye susar filan risk almadım.
Sokak boyunca 20-30 metre gittik gitmedik bir araba daha göründü.
Nemrut'a can gelmişti "yok artık bu kadar değil, yol mol vermem" dedi.
Eliyle karşıdaki arabaya geri git işareti yaptı, karşı arabanın sürücüsü, kadındı, o da bizimkine eliyle geri git dedi.
Bu durum Nemrut'un çok hoşuna gitmişti.
Nemrut bildiğin Güdük Necmi oluveriyordu.
Gülmeye konuşmaya şakalar yapmaya başladı birden bire.
Arabanın içinde bir metamorfosise (dönüşüm) şahit oluyordum.
Kulakları çınlasın Kafka'nın.
Adamın hayatının kilometre taşıymış meğer bu dar sokaktaki kadın.

Neyse durmaya başladık, kadın da durdu.
Bizimki ne yapalım yapacak bir şey yok der gibi iki elini çaresizce görünmeye çalışarak havaya kaldırdı.
Kadın da aynısını yaptı.
Farın ışığından gördüğüm kadarıyla öfkeden deliye dönmüş bir kadın vardı, ama eğer o da far ışığından görüyorsa bizim arabanın içi panayır yeri gibiydi.
Bizim Güdük Necmi "el arttırıyorum" dedi, Konyalı kapatıp farı söndürdü, kadın da çoktan buna hazırmış gibi o da aynısını yaptı.
Gecenin karanlığı dar bir sokakta motorları durmuş farları sönmüş 2 araba bekliyoruz.
Bizimki bir neşeli, bir uçarı anlatamam ( aslında anlatırım da gerek Yok o kadarına) ben desen canıma nimet bize olay olsun sabaha kadar dururum orda.

Biz ne kadar beklediysek artık emin değilim 5 dakika mı 10 dakika mı.
İnsanlar gelip geçerken bakıyor kaza olup olmadığını anlamaya çalışıyor, bakıyorlar bakıyorlar e hiç hareket Yok sonra "ben miyim köyün delisi banane" deyip gidiyorlar
Biz inatla ve neşeyle beklemeye devam ediyorduk ki önünde durduğumuz apartmandan çıkan birisi kadının arabasına yöneldi, neden bekliyorsun filan dedi sanırım ki sobaya kolonya döküldü.
Kadın başladı bağırmaya, burası onun eviymiş, bu utanmaz adam biraz geri alsa evinin önüne park edecekmiş, şehir eşkiyaları heryerdeymiş ve daha birsürü şey
Bunları duyan Güdük Necmi hiç bozulmadan sırıtarak "hadi büyüklük ben de kalsın normalde çekilmezdim ama" deyip arabayı çok az geri aldı,
adam akıllı geri almıyor ya adamın içimde Nemrutluk, kadın da gerçekten evinin önüne geçip park etti.
Biz basıp geçtik, parka ve yürek paramparça, geride ölüm duygusu geride sağır sessizlik (seviyorum lan Ahmet Kayayı)
Sonra Güdük nerde oturduğumu sordu, tarif ettim, kapıya kadar bıraktı.
Nemrut memrut ama iyi adamdı

Belki Öyle Değildir

Otobüste, minibüste öyle her taciz şüphelisini hemen linç etmemek gerek, bu çok önemli. 

Herşey göründüğü gibi olmayabilir

Mesela;

Üniversiteyi yeni bitirdiğim zamanlardı, Bakırköy'de bir iş görüşmesinden çıkmıştım. Kafam bi dünya, olur mu olmaz mı derken aklım hep orda.
Bakırköy Meydanın az ötesinde Bakırköy Taksim sarı, taksi dolmuşlar kalkar, şöförlerinin çoğu Mardinlidir. 
Taksime gitmek için sıradakine binip şöförün hemen arkasındaki üçlü koltuğun ortasına oturdum. 
Tam önümde yolcular tutunabilsin diye yatay bir demir üçlünün önü boyunca uzanıyor ve yatay demir tam benim önümde yere doğru uzanan başka bir demirle T şeklini alıyordu. 
Şöför yan tarafındaki kol dayama süngerini kaldırmış o da tam önümde T şeklinin oluştuğu yere yaşlanmış durumdaydı.

Bir Proust değilim, bu kadar tasviri sırf edebiyat için yapmıyorum var bir bildiğim.
Ben yine aklım biraz önceki toplantıda Ne olur nasıl yapılır filan diye aklımda alıp veriyordum.
Bi dakka ya, siz hiç manasız hareket yapmaz mısınız? 
Ne bileyim okurken dinlerken kalemini ağzına koyarsın, farkında olmadan bacağını sallarsın, dudaklarımı şişirirsin, ya da şu an, evet evet tam şu an, elini koyduğun yere bilinçli mi koydun elini yoksa orda kalmış mı?
Minibüs içi detaylar, manasız hareket savunmaları, yaklaşıyor yaklaşmakta olan

Neyse, dedim ya, o sünger tam önümde ve demire yapışmış durumda. 
Ben de gözlerim açık ama bakmazken elimi demirle sünger arasına sokmaya çalıştım, ama girmedi, bir daha denedim aklım yine toplantıda yine olmadı,  bir daha bu sefer daha sert, sanki elimi demirle sünger arasına sokunca ne olacaksa. 
İnsanoğlu işte saplantılı 

Derken dördüncü ya da beşinci denememde, benim o sünger zannettiğim kitle hışımla arkasına döndü. 
Hain şöför ben dalıp gitmişken süngeri indirip üzerine 30 yaşlarında bir kadın yolcu almış.
Ben 1 saattir sünger diye kadının sırtını parmaklıyorum. 
Biliyorum şık olmadı bu parmaklıyorum lafı ama maalesef durum tam anlamıyla bu. 
Kadın öyle hışımla döndü ve ben öyle hızlı utançtan kıpkırmızı oldum ki gölgesini vuran Red Kit yavaş kalır, kadının dönmesi ve benim kızarmam arasındaki hızda..
Ayak parmaklarımın yandığını hissediyordum utançtan. 
Güpegündüz 10 kişilik minibüste taciz. 
Çek sağa, linç et yola devam et durumu
O kadar utanıyordum ki ve sanırım yüzüm o kızarmayla öyle masum bir hal almıştı ki o bir hışım dönen kadın, tek kelime etmeden önüne döndü. 
Ben özür bile dileyemedim 
Ne diyecektim ki zaten?
- kusura bakma abla sünger sandım mı deseydim

Ulan Abi

İlkokul son sınıfa gidiyorum, o zamanlar ilkokul 5 yıl.bizim okul kenar mahalle okulu haliyle pek başarılı öğrenci de yok. 
Bizim sınıfta bir ben varım bir de bir de babası Milli Eğitim Bilmemne Müdürünün kızı Özlem. 
Benim babam pazarcı olduğu için ben babamla anılmıyorum ama Özlem hep babasıyla anılıyor. 
Aslında Özlem bahsi ziyadesiyle gereksiz zira me bir ilkokul aşkına konu olacak ne de anlatmak istediğim şeyin önemli bir yerinde. Belki küçük bir dekor. 
Neyse diğer sınıflarda da bir kaç başarılı çocuk filan var ama okulun genel eğilimi çoğunluğun Endüstri Meslek Liseli olacağı yönünde

Bir gün, yine ısrarla ilkokul son sınıfa giderken, Öğretmenimiz okullar arası bilgi yarışması yapılacağını, bu sebeple okulda bir sınav yapılacağını ve başarılı olan ilk dört kişinin okulumuzu okullar arası yarışmada temsil edeceğini söyledi.
Acayip iyi hatırlıyorum, çok heyecanlandım, okulu temsil edecek lafı çok havalıydı. Düşünsene seksenlerin sonu doksanların başındayız, Beşiktaş hep şampiyon ve Türkiye'yi hep Beşiktaş temsil ediyor o zamanlar. 
Temsil etmek onun gibi bi şey be!
Bir heyecanla eve gittim, anneme anlattım, böyle böyle dedim, kazanan okulu temsil edecek dedim, neler kurduysam hepsini söyledim. 
Annem de sıradan şeyler söylemiş olmalı, olumlu ya da olumsuz bir hatıra Yok zihnimde.

Ama asıl film gece koptu. 
Malum sobalı evler kapılar ya açık ya aralık zaten açık olmasa bile yarısı tahta yarısı cam kapılardan Ne konuşulsa konuşulan olduğu gibi dışarda. 
Annem babama diyor ki"Yarın sınav varmış çocuk çok heyecanlı, ilk 4'e girerse ilde daha büyük yarışma olacakmış. Annem daha da bir iki şey söyleyecekti ki Babam kısa ve net bir cümleyle kesti annemin sözünü "hiç bi şey olmaz ondan, çalışmayan adam neyi kazanacak"
Ulan, normalde Japon çizgi filmlerindeki gibi iri gözlerime yaş dolması, göz bebeklerim titreye titreye ağlamam gerekirdi ama "Adam haklıydı beyler"
Tamam çalışmıyordum ama dereceye girecek kadar yeterli görüyordum kendimi. Çok etkilenmedim annemle babamın dedikodusundan.
Ama tatlı bir "ben sana sorarım" duygusu geldi içime.

Ertesi gün ilk dersten sonra sınava girdik. 
Matematik sosyal fen Türkçe bir iki de bilmemne bakanı kim filan gibi sorular.
 Baya kolaydı ama 2 ders sürmüştü sınav, ilk uzun sınavımdı.
Öğretmenimiz sonuçlar bugün açıklanacak deyince bir kaç arkadaş okulda kalıp sonucu bekledik. 
Nihayet açıklandığında öğretmenim diğer öğretmenlere de fiyakasını yaparak yanağımdan öptü ve "tebrik ederim oğlum 1. Oldun, aferin" dedi. 
Bir de hatırladığım Babası Milli Eğitim Bilmemne Müdürü Özlem de 2.. olmuştu.
Daha sonra da bizim okuldan Anadolu Lisesini sadece ikimiz kazanacaktık. 
Ama dediğim gibi, sizi temin ederim, anlatacaklarımın Özlemle hiç ilgisi yok.
Haberi alınca koşa koşa eve gittim.
 Çantayı bir köşeye atıp, yumruğumu Feyyazın gol attığındaki gibi sıkıp, okuldaki sınavda birinci oldum diye bağırarak girdim eve

Ama ama hayııır yaaa!!
İçerde öyle bir manzara var ki, 
Babam gözleri alev alev yanarak avazı çıktığı kadar bağırıyor, annem ağlamaktan takati kalmamış bir kenarda sinmiş oturuyor ve hikayenin kötü adamı yani abim babamın azarlarından gözünü kaçıracak yer arıyor. 
Zaferimi zehir eden olaylar zinciri şöyle gelişmiş öğrendim..
Abim büyük bir hastalıktan yeni çıkan, biraz asabi, acayip gururlu ve yine Tekirdağ şartlarında acayip başarılı bir öğrenci. 
Lise son sınıfa gidiyor o zaman. 
Okul Müdürünün öğrencileri bahçede toplayıp hitap ettiği esnada abim arkadaşlarıyla sohbet ediyor. Bir öğretmen " geç ulan yerine" diyor buna. 
Bu da "sen bana ulan diyemezsin" diyor. (Allahım şu diyaloğa o gün de şaşırmamıştım bugün olsa yine şaşırmam, yine aynısı olur yine aynısı olur değişmez) 
Hoca da senden mi öğreneceğim konuşmayı diye bizimkine bir tokat aşk ediyor bizimki de tokat öyle atılmaz böyle atılır diye bir tane de bizim ki atıyor.
 E bizim ki bi de hastalıktan yeni çıkmış annem iyi bakmış semirtmiş adama vurduğu gibi adam yıkılıyor.

Derken olaylaaar olaylaar. 
Finalde daha o gün bitmeden bizimkini okuldan atıyorlar
Ben muzaffer bir komutan edasıyla eve gelip özellikle babama " yaa naber" cakası satma hayalindeyken, ev yıkılmış ordular kadar ezikti sahipsizdi
O gün kimse yüzüme bile bakmadı, bırak sınavı Ne oldu diye bile sormadılar
Daha sonra öğretmenim aradı annemi tebrik etmek için, tabi annem telefonda hüngür hüngür ağlıyor. 
Yazık, öğretmenim de annem benim için sevindiğinden ağladı sanıyor.
Ne diyeyim işte
Ağzına sıçayım Abi, çaldın çocukluğumun en güzel sevincini 

Eskiden Hasret Çekenler

         
                                                   

 Soğuk bir yerdi yattığım yer, tuvaleti yoktu, camı tam kapanmıyordu ve sadece bir kepenkle ayrılıyordu caddeden.
Dışarıdaki tüm ses, tüm soğuk olduğu gibi içeri geliyordu, küçücük bir ikili koltukta önce ısınmaya sonra uyumaya sonra unutmaya çalışıyordum.
Koltuğun üzerindeki sünger nerdeyse yırtılmıştı, alttaki tahta belime batıyor uzandığımda dizden altım tamamen dışarda kalıyordu.
Uyumadan önce yattığım tarafı  değiştirmek adetimdi ama kıpırdamaya imkan olmayan bu halde dönmek mümkün değildi.
Üstüme örtecek battaniye örtü gibi hiç bir şey olmayınca donmamak için kat kat giyinmiştim bu da hareket kabiliyetimi çok kısıtlıyordu.
Üşüyordum, uyuyamıyordum ve lanet olsun unutamıyordum.

Halbuki tüm bu gereksiz azaba, unutmak için katlanmıştım, kimsenin beni bulamayacağı yalnız  kalabileceğim bir yerde sadece bir kaç saat sadece bir gece unutmak için.
Unutmak nasıl bir nimet nasıl bir göz nuru, bir anlık gaflet nasıl bir rahmet.
Çok üşüyordum, dışarda yağmurla birleşen kirli bir kar vardı, tek tük insanlar bazen arabalar geçiyordu yoldan, yattığım yerdeki tahta canımı acıtıyordu kıpırdayamıyordum ve dedim ya unutamıyordum.

Nerde sonlandığını unuttum, ne kadar sürdüğünü, anıları, anları hepsini unuttum onların.
Unuttuğum her şeyin üstüne bir çizgi çektim, kalın beş ortalı büyük bir harita  metod defter aldım o defter baştan başa çizgiyle doldu.
O kadar çok şey unuttum, unuttuklarım arasında boğuldum, bazen o kadar unuttum ki yüzüm şeffaflaştı manasızlaştı dışardan bakan içimi gördü o kadar unuttum
Ama yetmedi unutamadım, bir kıvırcık beyaz saç telini unutamadım, çok çalıştım uğraştım başka şeyler düşünmeye çalıştım, olmadı.
Bir beyaz kıvırcık saç teli tüm zayıflığıyla öyle bir vuruyordu ki aklıma hayatıma,  her yumruk bir Herkül kuvvetinde oluyordu.
Ne kadar unuttuğum şey varsa hepsini hatırlayıp bir daha unutuyordum, çalıştığım yerlerden tekrar imtihana çekiyordum zihnimi, evet başarılıydım her şey yok olmuştu her şey.
Bir beyaz saç teli hariç sadece, kahverengi sayfalı bir defter sayfasına iliştirilmiş hasret çekmemem unutmamam için verilen bir tek saç teli.
Tüm hayatımın ortasına kurulmuş bir örümcek ağı gibi, tüm düşünceler hisler üşümekler, uyuyamamaklar, yemekler, aç kalmalar, kızmaklar, üzülmekler, oturmalar yürümekler ağlamalar gülmeler hepsi bu ağda can çekişen bir kara yaz sineğiydi.
Sinek ne kadar güçlü olursa olsun sadece vızıltısı fazla oluyordu ve nihai sonda, o ağda Canını teslim ediyordu bir beyaz saç teline.

 Bir beyaz kıvırcık saç telinin çekince kopacak zayıflığı tutuyordu ruhumu, azabım bundandı.
Sanki hayatımda hangi emre itaat ettim ki ben, hangi öğüdü tuttum, kimi ciddiye aldım. Bildiklerimin, hayatımın, varlığımın önünde cüretkar bir perde açılıyordu, sahne kuruluyordu, oyun başlıyordu başrolünde hem kıvırcık hem beyaz bir saç teli vardı sadece, yardımcı oyuncu, figüran, suflör, dekor, rejisör kimse yoktu başka. Çok cesur oynuyordu, ezberi yoktu ezber bozmaktı işi, seyirci de alkış da umrunda değildi, tek hedefi vardı, ister bilerek ister bilmeyerek tek şey yapıyordu unutturmuyordu.
Ne zamandır unutmaya çalıştığımı unuttum, tek bildiğim unutamadığım
Hem ne demişti "eskiden hasret çeken sevgililer birbirlerine saç teli verirmiş. Ben de sana bir tel beyaz saçımı hediye ediyorum."
gece çok soğuktu üşüyordum yattığım yer berbattı uyuyamıyordum ve anlıyordum ki
Hasret sürdükçe sürecekti  hatırlamak

Çarşamba, Mart 12, 2008

Duyurudur Duyana, Bu Sayfada Durana!

Savrulduk!
Bildiğiniz savrulmak bu başımıza gelen!

Nosta, Alay ve ben, hayatımızın en kritik dönemlerini, en radikal kararlarını alma ve uygulama arifesinde çok sevdiğimiz bitelge'yi ihmal ettik, ne yalan söyleyelim, çok da ayıp ettik.

Gerçi Sezar'ın hakkı her daim Sezar'a. Bu konuda "en dürtükleyici" olan Alay'dı. Sağolsun, onu da bir evlenme bir kariyer "tazeleme" telaşı sardı, bir de Beşiktaş ligin liderliğini ele geçirince iyice kaybolup gitti siyah beyazlar arasında..

Olsun, ben burayı takip ediyorum şimdilerde, biliyorum,ziyaretleri sayıyorum, sizler de gelip gidiyorsunuz..

Ben, olmadı Nosta, o da yoksa Alay gelecek yazacak buraya..
Çok yakında, kim bilir belki de cümbür cemaat yeniden yeni yazılarla işgal edeceğiz bitelge'yi, şen olacağız!
Amanın!

Perşembe, Ocak 24, 2008

kadınlar ağlar

uzun zaman önce almıştım bu fincanı; sütlü kahve ve kırmızı toprak renklerinde, üzerinde kahve çekirdekleri filan var; eşliğinde içtiğim sert kahvelerden başka herhangi bir özelliği yok.
bu gece sıkıntıdan olsa gerek, kahve içerken elimde çevirdiğim sıra fark ettim kahverengi tonların arasında siluet halinde diz çökmüş kadını ve bilmem neden ağlar gibi hissettim ilk his. karmaşık soruda akla gelen ilk şık gibi; doğrudur o halde, mutlaka ağlıyordur o kadın.

ağlayan bir kadın.
toprak gibi, yaprak gibi, bahar çiçekleri ve kışın üşüyen çocuklar gibi; bildik, sıradan.
evet ağlıyordu bu kadın, gözyaşları seçilemiyor siluetten; zaten kadın var mı yok mu belli değil “hani ne kadınlar sevdim sevdim zaten yoktular, böyle bir sevmek görülmemiştir” dediğinden olası olmayan bir kadının, var mı yok mu olduğu belli olmayan göz yaşlarını tartıyorum ve olası yaşını düşünüyorum.

her yaşını gözyaşı hesabı ile tutsam diye düşünürüm bazen tanıdığım kadınların,
her anne gibi benim annem de o hesapla ölümsüzlüğe mahkûm lanetli bir kaplumbağa gibi olur o zaman, evi sırtında yaşamak lanetine mahkûm.
kırılganlıklarından ve ayrılıklardan dolu dolu olan gözleri ile, tanıdığım “el kızları” geliyor aklıma, gözyaşları koza ile kelebek arası bir yaş.
emniyet ve güven bekledikleri ağızlardan duydukları ile ve bu duyduklarını ses hızını aşan bir süratle hemen oracıkta gözyaşına kalbeden kadınlar, ki ben en çok bu yaşları severim belki müsebbibi olduğumdan kendime ait hissederim belki o düşmekle düşmemek arasında kararsız kalan gözyaşının, göze verdiği parlak canlılığı severim.
korkarım hem böylesi dolan gözlerin gazabından.
çocuğu olmayan uzun uzun yıl hesapları ile evli kadınlar; her sofrada ekmeğe katık bir utanç baş köşede, göz yaşları kucaklarına düşüyor ve başlarını okşuyorlar ellerinden tuttukları gözyaşlarını doğmamış çocukları yerine.
sineye çektikleri koca nefesi ve etrafın sadist acıma seansları arasında yaşlanıyorlar.
çamurlu sokakların gayrı meşru gecekondu odalarında, ellerine üç beş para bi şey tutuşturan kart adamların bi yerlerini tutarak büyüyen körpecik kızlar hatırlıyorum gizli kamera görüntülerinden.
okul önlüklerini çıkarmadan daha, pek müşfik amcalarının kucaklarında hayatın kadını olmayı öğrenen kızlara ve harita metod defteri alamadıkları için döktükleri göz yaşlarına gidiyorum zihnimin karanlık tünellerinde, defter defter yaşları önümde.
gündeliğe gittiği evlerde ceviz masanın tozunu alırken, babasının hayvanın önüne et atar gibi gelin ettiği herifin hayırsızlığına, ağlayan kadınlar,
“herifine içki parası bulmak için daha fazla zengin mutfağı temizlemeli” olanlar.
ne yaparlarsa yapsınlar durduramadıkları zamanın yüzlerine çizdiği çizgileri estetik bir elin çizdiği çizgiye peşkeş çeken ama mümkün değil gençleşemeyen, daha çok yaşlanan kadınlar. ip çekme yarışının bir tarafında gerdirdikleri uzuvları diğer tarafında hayatın çarkına kaptırdıkları kolları, gözyaşları ifadesiz yüzlerinde sadece makyaj bozan bir asit.

aniden soğudu hava, kahve de soğudu ama son yudumda içtim kalan kısmını, şekersiz olduğundan soğuk da olsa tadı değişmiyor fazla.
fincan iki su bardağı hacminde
elektrik kesilmedi allahtan bu akşam.
bu ara her gece kesilmesi adetten, elektrik sobasını yakmak iyi olur bu durumda, parmak uçlarım soğuğu hissetmeyecek birazdan, böyle olur hep ordan biliyorum.

fincana bakıyorum sözde ama gözlerim gayrı ihtiyari kadının olduğu tarafa gidiyor, kadın eteklerini bacaklarının arasına almış ve yere oturmuş vaziyette.
dizleri havada, elinde sanırım bir sigara var neden bilmem fahişe olduğunu düşünüyorum, bir ispanyol fahişesi hem çingene;
fincana hakim olan solgun kırmızı ve sütlü kahve rengi düşündürtüyor bana bunu sanırım.
saçları siyah, dalgalı ve kirli .
hala ağladığını düşünüyorum ama bu sefer gözyaşları yok gibi,
her müşterisine farklı farklı hikâyeler anlatıyor, acıklı paydası hiç değişmeyen.
kiminde dört yaşındaki oğlunu doyurmak için sattığını söylüyor etini, kiminde yatalak annesine ilaç almak için burada oturduğunu, küçükken kaçırıldığı ve yıllardır ailesini görmeden zorla çalıştırıldığı sevdiği mesleki hikâyelerinden, yalnızlar rıhtımına dönen bir akşamda bekaretini verdiği denizcinin, kendisi yerine denizleri tercih ettiği ve onun da o denizciden intikam almak için sadece ona verdiği etini herkese açarak o denizciyi sıradanlaştırdığını da anlattığı oluyor;
sanırım o duvarın dibinde otururken ve müşteri olmadığı akşamlarda uydurmuş bu hikayeleri.
her orospu gibi hikayesini yalnız kendisi biliyor; beni ilgilendiren sadece ağlaması ve akmayan gözyaşları inandırıcılığını arttırıyor.

kendi inandırıcılığımın sarsılmayacağını bilsem şansımı zorlamayacağıma dair en ufak bir his olsa içimde sanırım şöyle derdim;
gecenin bu vakti kahve fincanındaki kadın silueti darmadağın etti beni bunca zaman içtiğim kahvelerin bi yanından hep bana bakar durur bir silueti ilk kez görmüş olmanın ve bir kadını önemsememiş olmanın nelere mal olabileceğini kendine kadar tecrübe etmiş biri olarak bu ağlamanın ve duvar dibinde oturmanın sebebinin bu unutulma ve umursanmama olduğunu düşünüyorum artık hapsedildiği fincanın kırmızıya çalan duvarına yaslanırken sanırım tek umudu her akşam kahve servisi yaptığı adam tarafından fark edilmekti ve eğer fark edilmeseydi sonsuza kadar ağlayacaktı, kendisini yalnız bırakan gözyaşlarının rağmına.
şimdiden yüzüne renk gözlerine yaş yürüdü gibi.-

neyse dağılmasın titreyip kendime geliyorum
diyorum ki ağlar kadınlar istisnasız
geçerli sebebi olanları da vardır laf olsun diye ağlayanı da
benim fincanımdaki ispanyol fahişe de ağlar
benim fincanımda esir olan ve bi başına düşmüş kadın da
umursanmayı bekleyen her kadın da
bir yanı sırıtan monalisa da