Perşembe, Ocak 24, 2008

kadınlar ağlar

uzun zaman önce almıştım bu fincanı; sütlü kahve ve kırmızı toprak renklerinde, üzerinde kahve çekirdekleri filan var; eşliğinde içtiğim sert kahvelerden başka herhangi bir özelliği yok.
bu gece sıkıntıdan olsa gerek, kahve içerken elimde çevirdiğim sıra fark ettim kahverengi tonların arasında siluet halinde diz çökmüş kadını ve bilmem neden ağlar gibi hissettim ilk his. karmaşık soruda akla gelen ilk şık gibi; doğrudur o halde, mutlaka ağlıyordur o kadın.

ağlayan bir kadın.
toprak gibi, yaprak gibi, bahar çiçekleri ve kışın üşüyen çocuklar gibi; bildik, sıradan.
evet ağlıyordu bu kadın, gözyaşları seçilemiyor siluetten; zaten kadın var mı yok mu belli değil “hani ne kadınlar sevdim sevdim zaten yoktular, böyle bir sevmek görülmemiştir” dediğinden olası olmayan bir kadının, var mı yok mu olduğu belli olmayan göz yaşlarını tartıyorum ve olası yaşını düşünüyorum.

her yaşını gözyaşı hesabı ile tutsam diye düşünürüm bazen tanıdığım kadınların,
her anne gibi benim annem de o hesapla ölümsüzlüğe mahkûm lanetli bir kaplumbağa gibi olur o zaman, evi sırtında yaşamak lanetine mahkûm.
kırılganlıklarından ve ayrılıklardan dolu dolu olan gözleri ile, tanıdığım “el kızları” geliyor aklıma, gözyaşları koza ile kelebek arası bir yaş.
emniyet ve güven bekledikleri ağızlardan duydukları ile ve bu duyduklarını ses hızını aşan bir süratle hemen oracıkta gözyaşına kalbeden kadınlar, ki ben en çok bu yaşları severim belki müsebbibi olduğumdan kendime ait hissederim belki o düşmekle düşmemek arasında kararsız kalan gözyaşının, göze verdiği parlak canlılığı severim.
korkarım hem böylesi dolan gözlerin gazabından.
çocuğu olmayan uzun uzun yıl hesapları ile evli kadınlar; her sofrada ekmeğe katık bir utanç baş köşede, göz yaşları kucaklarına düşüyor ve başlarını okşuyorlar ellerinden tuttukları gözyaşlarını doğmamış çocukları yerine.
sineye çektikleri koca nefesi ve etrafın sadist acıma seansları arasında yaşlanıyorlar.
çamurlu sokakların gayrı meşru gecekondu odalarında, ellerine üç beş para bi şey tutuşturan kart adamların bi yerlerini tutarak büyüyen körpecik kızlar hatırlıyorum gizli kamera görüntülerinden.
okul önlüklerini çıkarmadan daha, pek müşfik amcalarının kucaklarında hayatın kadını olmayı öğrenen kızlara ve harita metod defteri alamadıkları için döktükleri göz yaşlarına gidiyorum zihnimin karanlık tünellerinde, defter defter yaşları önümde.
gündeliğe gittiği evlerde ceviz masanın tozunu alırken, babasının hayvanın önüne et atar gibi gelin ettiği herifin hayırsızlığına, ağlayan kadınlar,
“herifine içki parası bulmak için daha fazla zengin mutfağı temizlemeli” olanlar.
ne yaparlarsa yapsınlar durduramadıkları zamanın yüzlerine çizdiği çizgileri estetik bir elin çizdiği çizgiye peşkeş çeken ama mümkün değil gençleşemeyen, daha çok yaşlanan kadınlar. ip çekme yarışının bir tarafında gerdirdikleri uzuvları diğer tarafında hayatın çarkına kaptırdıkları kolları, gözyaşları ifadesiz yüzlerinde sadece makyaj bozan bir asit.

aniden soğudu hava, kahve de soğudu ama son yudumda içtim kalan kısmını, şekersiz olduğundan soğuk da olsa tadı değişmiyor fazla.
fincan iki su bardağı hacminde
elektrik kesilmedi allahtan bu akşam.
bu ara her gece kesilmesi adetten, elektrik sobasını yakmak iyi olur bu durumda, parmak uçlarım soğuğu hissetmeyecek birazdan, böyle olur hep ordan biliyorum.

fincana bakıyorum sözde ama gözlerim gayrı ihtiyari kadının olduğu tarafa gidiyor, kadın eteklerini bacaklarının arasına almış ve yere oturmuş vaziyette.
dizleri havada, elinde sanırım bir sigara var neden bilmem fahişe olduğunu düşünüyorum, bir ispanyol fahişesi hem çingene;
fincana hakim olan solgun kırmızı ve sütlü kahve rengi düşündürtüyor bana bunu sanırım.
saçları siyah, dalgalı ve kirli .
hala ağladığını düşünüyorum ama bu sefer gözyaşları yok gibi,
her müşterisine farklı farklı hikâyeler anlatıyor, acıklı paydası hiç değişmeyen.
kiminde dört yaşındaki oğlunu doyurmak için sattığını söylüyor etini, kiminde yatalak annesine ilaç almak için burada oturduğunu, küçükken kaçırıldığı ve yıllardır ailesini görmeden zorla çalıştırıldığı sevdiği mesleki hikâyelerinden, yalnızlar rıhtımına dönen bir akşamda bekaretini verdiği denizcinin, kendisi yerine denizleri tercih ettiği ve onun da o denizciden intikam almak için sadece ona verdiği etini herkese açarak o denizciyi sıradanlaştırdığını da anlattığı oluyor;
sanırım o duvarın dibinde otururken ve müşteri olmadığı akşamlarda uydurmuş bu hikayeleri.
her orospu gibi hikayesini yalnız kendisi biliyor; beni ilgilendiren sadece ağlaması ve akmayan gözyaşları inandırıcılığını arttırıyor.

kendi inandırıcılığımın sarsılmayacağını bilsem şansımı zorlamayacağıma dair en ufak bir his olsa içimde sanırım şöyle derdim;
gecenin bu vakti kahve fincanındaki kadın silueti darmadağın etti beni bunca zaman içtiğim kahvelerin bi yanından hep bana bakar durur bir silueti ilk kez görmüş olmanın ve bir kadını önemsememiş olmanın nelere mal olabileceğini kendine kadar tecrübe etmiş biri olarak bu ağlamanın ve duvar dibinde oturmanın sebebinin bu unutulma ve umursanmama olduğunu düşünüyorum artık hapsedildiği fincanın kırmızıya çalan duvarına yaslanırken sanırım tek umudu her akşam kahve servisi yaptığı adam tarafından fark edilmekti ve eğer fark edilmeseydi sonsuza kadar ağlayacaktı, kendisini yalnız bırakan gözyaşlarının rağmına.
şimdiden yüzüne renk gözlerine yaş yürüdü gibi.-

neyse dağılmasın titreyip kendime geliyorum
diyorum ki ağlar kadınlar istisnasız
geçerli sebebi olanları da vardır laf olsun diye ağlayanı da
benim fincanımdaki ispanyol fahişe de ağlar
benim fincanımda esir olan ve bi başına düşmüş kadın da
umursanmayı bekleyen her kadın da
bir yanı sırıtan monalisa da

Salı, Ocak 22, 2008

şi- şi- şikayyettt!

uzun zamanlar sonra benden haber niteliğinde bir duyuru..

ben şehir dışına çıktım, nosta ise hayata kapıldı.
bir dişli, azimli yazar kaldı bitelge'de, o da alay..

her hafta konular belirlendi, yazmak üzere oturuldu.
söz kısırlığına düşen yazarlar yazamadı, yazdı da tembelliğinden atamadı elini bu yörelere(belki de yoğunluğundan), kalemi şahlanmış yazarlar ise aktılar cümlelerce..

ne iyi ettiler..

şimdi, uzunca bir aranın ardından..
yeni şeyler söylemek lazım hani, dün de dünle gittiğine göre..

yeni yazılar perşembe..

sevgi ile.

Perşembe, Ocak 17, 2008

kuş çığlıkları

bir tür lanet.

kuş çığlıkları duyuyorum.
bir karaltı olduğu zaman ve güneş gölgelendiğinde anlıyorum ki can havlinin fonu olacak kuş çığlıkları gelecek birazdan; zira ses sonradan gelir her daim böyleyken. can havli kuş çığlıklarının marifetidir.

çığlık çığlığalar yine, kulaklarım ellerimin arasında ve boyun damarlarımın şiştiğini anlıyorum.
o kadar yabancıyken başlıyor ki, güneşi bile unutmuş oluyorum pek çok defasında.
aynı kelimelerin tekrarında hikâyeler yazarken suçüstü bastırılmışlığım da oluyor, hayal adı altında kimliksizleşirken de.

kuş çığlıkları duyuyorum.
eski türk filmlerinden istanbul tanımaya çalışırken oluyor da bazen, en çok o zaman sıkılıyor canım; ölü canların dirilmeyecek zamanlarına aidiyet hissetmeye başlamış oluyorum da aniden durmak çok zor oluyor.
kuşlar çığlık atıyor, o kadar haince o kadar zalim atıyorlar ki o çığlıkları bir daha lazım olmayacak zannedersin onlara.
çığlıklar keskin olabildiğine ve alabildiğine ancak hayatı kesecek güçleri yok henüz; belki birkaç yüzyıla onu da yaparlar bilmiyorum.

üçüncü sayfaları dolu gazetelerin;
babalarının tecavüz ettiği kızlar,
anasına sarkan oğlanlar,
korna yüzünden birbirini doğrayanlar,
soğuğu iliğinde hissedenler,
isim sahibi olmayı hakketmeyen bir birleşmenin diyeti olarak her hangi bir camiinin mozaik tuvalet taşına düşürülen ceninler,
insan etinin inanılmaz ağırlığını alnının ortasında leke misal taşıyan yaşlılar,
tinerden dili dolaşan elleri falçatalı çocuklar ki üfledikleri torbalarda kayboluyor gözlerinin feri
kırılsın şeytan bacakları derken umutlara sarılı hayatların, kırılan kolları
ve hayatım bir üçüncü sayfa güzeli
çığlık çığlığalar kuşlar

kuş çığlıkları duyuyorum
kaç yaşındayım unuttum,
kimi ne zaman sevdim, kimden ne zaman nefret ettim, kimden ne zaman korktum ?
hangi darbeleri yedi ülkem gençleri üstüne?
hangi kandan irinden deryaları geçtim ben?
yaşım çok eskilere dayanır mı, ölümlere idamlara?
hatırlamıyorum kimler kimleri suçladı ilk önce;
hiç bilmiyorum kim kime taktı ilk yaftayı, kimin boynunda kaldı ip?
hiçbir iz yok zihnimde.
ülkem deyip gözlerim dolmasın istediler sanırım; neyse benim işim allahtan kuşlarla ve çığlık çığlığa onlar

çığlıklar tüfek dipçiği olur bazen bilirsin
ansızın çalan bir kapı tokmağı karartma gecelerinde
ansızın gelen hatırlama seansları hayatım üzerinde
renkli baskılar ve herkes haklı;
hatırlamak istemediklerim kırılıyorlar bana ama tahammülüm yok;
hatırlamama isteği çok şiddetli; o kadar ki, neredeyse unutma denebilir
ancak duymayı durduramadığım fonda, bir müzik ezber kelimelerden.
vıcık vıcık sevgi sözleri, anlamsızlığın boğukluğunda bi dolu zırva.
hayatım ne yaparsam yapayım bir tek bana ait değil işte;
ne de kimsenin ki kimseye..
kuşlar desen hiç susmadılar

bir serencamdır kuşların tanıklığında yaşadığım.
nerden nereye gittiğimi unuttuğum ilk zamanlarda da böyle namesizdi bu çığlıklar.
kafeslerdeki gül sesli bülbüller değil benim hayatıma nezaret edenler, aksine ne kadar bet sesli aptal balıkçıl varsa hepsi bir arada; çirkin mi çirkin sesleri çirkin mi çirkin şahadetleri ve gözleri kem.
kayıp giderken hayatım dünya nam fahişenin eteklerinde sustular, bir tek.
aldanırken ben kumdan kalelere, iki parça simit ve bir avuç buğdaya satıp beni, akşam gelip vuracak dalgayı unutturdular çığlıkları arasında.
gelirken ölümlü yalan gitti ölümsüz gerçek.
en çok, "kuş beyinli olduğumu" fısıldarken birbirlerine tizleşti sesleri; bi onu hatırlıyorum hayal meyal.

israf olmuş bir hayat, sofralarda doyulan andan arda kalan lezzeti mundar olmuş türlü türlü yemekler gibiyim.
en çok küfür etmeyi seviyorum şimdi;
kendime,
gelmişime geçmişime,
onsuz ne kadar anım varsa cümlesine.
kuşlara her birine her rengine,
susun ulaaan!
yetti çığlıklarınız canıma.

ama kuş çığlıkları duyuyorum.
çığlık çığlığalar yine, kulaklarım ellerimin arasında ve boyun damarlarımın şiştiğini anlıyorum.
o kadar yabancıyken başlıyor ki, güneşi bile unutmuş oluyorum pek çok defasında.
aynı kelimelerin tekrarında hikâyeler yazarken suçüstü bastırılmışlığım da oluyor, hayal adı altında kimliksizleşirken de.

Çarşamba, Ocak 09, 2008

lanetli zamanlar

herkesin olduğu gibi benim de, çocukluğumun ilk göz ağrılarından biri renkleri sarı minnacık civcivlerdi.
annemle pazara gittiğimiz bir kış günü, yerde açılmış küçük karton kutuların üzerinde, bir birlerinin üzerine çıkarak bıcır gıcır sesler çıkaran sarı civciv yumağı, annemin dayanamadığını keşfettiğim, "anne çok istiyorum" ambiyansı ile birleşince şimdi sayısını hatırlayamadığım ama hatırı sayılır bir civciv servetine sahip olmuştum. eskiden oturduğumuz bahçeli evin bir nimeti olarak sürekli civcivlerle meşgul olabilme imkanım da olmuştu. çocukluğumda da yalnızlık severdim ve civcivlerim insan yalnızlığı istediğimi bilirlerdi.

benim küçüklüğüm seksenlerdir aynı zamanda. her şeyin başkalaştığı bir devreye denk düşer; yeni elektronik eşyaların, arabaların, inşaatların, hayali ihracatların bardaktan boşandığı bir zaman değişen ve gelişen türkiye bizim ev de bir nevi minyatür türkiyeydi diğer tüm evler gibi evimizin arka bahçesi de, hızla giden treni yakalamak üzere yapılan inşaatlara, ev sahipliği yapan bir gar.
ancak u şeklinde kocaman ve üst üste istif edilmiş demir yığını, çocukluğumun oyun hayal ve eğlence dünyasını kısıtlıyordu tek kısıtladığı dünya, benimki de değildi ayrıca demirlerin esaretine başkaldırıp annemin "aman dikkatli ol her yer demir" uyarılarını yok sayıp oynamaya devam ediyordum bahçede ve tabiî ki oyuncaklarım civcivlerle.

bir hafta sonu günüydü, ya da sabahçı olduğum ilk okulun ilk yıl günlerinden birinin öğle sonrası da olabilir çok da önemi yok bahçedeydim, civcivlerimi salıp peşlerinden koşarak garip oyunlar icat ediyordum; kimsenin bilmediği bir dünyaydı benimki; bakan herkesin görebildiği ama gören hiç kimsenin hiç bir şey anlamadığı, kendi anlamlarımla bi başıma.
beni hiç anlamayacak olan ama beni anladıklarını var saydığım veya beni anlamalarını çok istediğim de olabilir, civcivlerimle yapayalnız.

fakat maalesef her şey gitmesi gerektiği gibi gitmiyor veya her şey gitmesi gerektiği gibi gidiyor da biz bu gidişatı pek sevmiyoruz civicivlerimden birinin ayağı demirlere sıkışmıştı, küçücük ayağı kocaman demirlerin mengenesinde kalbim dayanmamıştı koşa koşa gittim yanına küçücük gövdesini iki elimin iki küçük avucunun arasına aldım ve var olan tüm gücümle çektim onu. ufacık, çelimsiz ve güçsüz bir çocuk olsam da civciv için herkül sayılırdım. civcivim dayanamamıştı küçücük bileklerimin acımsı kuvvetine küçücük ayakları küçücük gövdesini takip edememişti. gövdesi elimde, ayakları demirlerin kör kuyusunda, çocukluğum bir iki soluk fotoğraf ve göz yaşlarında kaldı.

çocukluğumun üzerinden çok geçti, hala genç sayılsam da, depresyon ve intihar yaşlarına yakınım
kolumdaki sargı bezi kirlendi yeni bir pansuman lazım; sızı dayanılamaz bir hal aldı, ağrı kesicilerin hiç bir etkisi yok, sözlerinin tesirini ettiği yeminle büyütmek isteyip her yeminiyle inandırıcılığını daha çok kaybeden yalancılar gibi hissediyorum kendimi ama gerçekten, gerçekten çok acı bir acı çekiyorum. zihnimi toplamam çok zor oluyor, sık sık acının sokaklarında kayboluyorum

bir hafta olmadı daha, yine her şeyin gitmesi gibi gitmediğini düşüneli herkesin bakabildiği, bakan herkesin gördüğü ama gören kimsenin anlayamadığı bir dünya kurmuştum yine. oyuncağım sendin, hiç “civcivim” diye sevmedim seni, eğer saçların gece karası yerine papatya sarısı olsaydı belki “civcivim” diye severdim çok seviyordum doğru, fazla söz israf olur ama çok sevse bile insan çocukluktan çok farklı değil hayat ben hala çocukluğumdaki gibi yalnızlığı seviyordum hatta sen derken ve senin için yaşarken bile yalnızlığımdı senin üstüne getirdiğim kumam.

herkesi yalnızlığımla aldattım ben. seni bile kendimde seviyordum seni, yalnızlığımın seniyle aldatıyordum sen olan seni şairin dediği gibi "ben seviyorsam sen bahaneydin", sen anlamıyordun ne olup da bu kadar sevdiğimi, niye bağlandığımı. ne kadar sevildiğine dair kendince gururlara kapılıyordun bir iki defa anlatmaya çalıştım sevdiğimin yalnız sendeki sen olmadığını ama anlayamadın üstelemedim ben de.

sana anlatmaya çalıştığım, senin anlayamadığın ve benim üstelemediğim koy verilmiş günlerin hemen ardından, bahçeme büyük büyük demirlerin atıldığı günleri yaşamaya başladım. oyun alanım daralmaya, küçülmeye başladı. senin salına salına dolaştığın günlerden biriydi, ayağın, sanki beni tüketmeye memur edilmiş, çocukluğumu çalan, o gaddar demirlere takıldı. üst üste istif demirlere, u gibi olan demirlere, beklerken, yağmuru ardına güneşi yemekten paslanmış demirlere. kendisine dolananı içine çeken demirlere ve kollarım çocukluğumdaki gibi cılız değildi artık, güvenle, hırsla, hışımla tuttum narin gövdenden seni bütün gücümle çektim, civcivim geldi gözümün önüne ve onun cansız bedeni kollarım gevşedi, gücüm tükenmişti kendimi yere bırakırken narin gövden de benimle düştü ama o incecik ayak bileklerin demirlerden kurtulamamıştı cansız gövdene sarılıp ağladım.

çok geçmemişti ki henüz, yerden bile kalkamamıştım ki, telefon çaldı; sadece sendeki sendin telefonun ucundaki. kelimelerle dolu bir sürü şey söyledin ardı ardına. bildiğim bir dil kullanmıyordun sanki sorduklarını geçiştirmeye bile lüzum görmeyerek kapattım telefonu. sevdiğim ölmüştü bendeki sen ayrılmıştı yanımdan senin senini belki de hiç sevmemiştim ben varken yoktun artık ki varken yok olanlar bir daha hiç var olamazlar
bıraktım cansız gövdeni halının üzerine,
her yer kan öfkelendim kendime.

küçüklüğümden beri yalnızlığımdan başka hiç bir şeyi elimde tutamamıştım, belki yalnızlığım kıskançlıkla kimseyi istemiyordu yanına ama o an bunu hiç düşünemedim kendime olan öfkem gözümü bürümüştü hem artık şımarık bir sevimlilikle şefkatini dileneceğim anneciğim de yoktu, öleli iki yıl oluyordu hayatımda ilk ve tek üzüldüğüm ölümdü.
öfkem dalga dalga kabardı sonra, odanın ortasında duruyordum ve birden bire, kontrol edemediğim bir şiddetle, kapıya koşup camına olanca gücümle bir yumruk attım camın buz mavisi yere düşerken kanımın kırmızısına bulaştı.
elimden akan ılık kan ve sıcağından olsa gerek acıtması gerektiği kadar acıtmayan acı rahatlattı beni, sakinleştim . böyle anlarda sakin olup aklı selim kararlar verebiliyorum. yakındaki özel hastaneye gitmeye karar verdim.

evden çıkmadan önce yırttığım bir fanila ile sarmış ve sıkmıştım bileğimi. yoldayken kaybettiğim kandan ve acıdan neredeyse düşecek hale gelmiştim acildeki doktorun endişeli yüz halini görene kadar, basit bir kesik zannediyordum oysa hemen ameliyata almışlar beni ben narkozdan önce bayılmışım
kendime geldiğimde hatırımda kalan tek şey doktorun endişeli yüzüydü. boğazımda müthiş bir kuruluk ve kolumda kesici bir acı karşıladı hemen sonrasında ve buyur etti beni.
ne olduğunu anlamaya çalışırken gelen hemşire sorduğum hiç bir soruya cevap vermeden "birazdan doktor bey gelecek, kendisine sorarsınız" diyerek kaçar adım çıktı odadan.

kendime şaşıyordum hayatımda daha önce hiç olmadığı kadar çok canım yanıyordu ve ben hala kaybolan senime üzülüyordum. acılar birbirine karıştıkça boğazım kuruyordu sadece dudaklarıma su değdirebiliyordum bilmem ne kadar zaman su içmemem gerektiğini söylemişti hemşire.
doktor geldi gerçekten, az sonra yaşlıca, orta boylu ve iyi bir doktorda olması gereken en önemli özelliklerden biri olarak güleç bir yüze sahipti; özen gösterdiği belli bıyıkları vardı. rahatlatan bir ifade ile, yaşının da avantajını kullanıp, göz kırparak "hayırdır" dedi "pek hayra da alamet değil ama. sinirlendin herhalde birilerine, kız meselesi mi yoksa?"
o kadar basit söylüyordu ki sanki içimin fırtınalarını anlatsam bir meltem esintisini abartmış gibi olacaktım; konuştuk biraz anlatmadım tabi neler olduğunu daha sonra doktorun yüzünde az önce içten olan rahatlık, bana durumun ne olduğunu söyleme vakti gelince, yerini yalancı bir gülmeye bıraktı, bu tecrübedeki bir doktorun bile rahat söyleyemediği bir durum varsa ortada, durum çok ciddi demekti. durumun tesirini kırıp beni hale hazırlamak için doktorun söylediği onlarca cümle arasında "maalesef "ve "kesmek zorunda kaldık" dikkatimi çekti sadece. acımı unuttum gözlerimden bir kaç damla yaş gelecekti ki, hiç sevmezdim başkasının yanında ağlamayı, başımı çevirdim. doktor halimden anlayıp ertesi gün çıkabileceğimi söyleyerek çıktı.

odadan yalnız kalmıştım. niye yaş geliyordu gözümden? elim kesildiği için mi yoksa içimin tamire gelmez bir hasarı var olduğundan mı bilmiyorum. yalnızlığıma sığındım yalnızlığım benim, ben yalnızlığımın hastaneden çıkalı iki gün oluyor kolum ilk gün çok fazla acıdı artık kolum vardı sadece, elim diyemiyorum tırnak kesmek gibi bir şey, bir hafta önce etine bağlı sonra kesilip atılıveriyor bir tarafa tek farkı arkada bıraktığı zehirli acı bileği artık işlevini kaybetmiş, eli kesilmiş bir adamın tahmin ettiğim "elim kesildi elsiz ne yaparım" depresyonu yok içimde ama daha derin bir depresyon saldırıyor sol boşluğumdan teselli nasipsizi bir sancı sarıyor içimi bunalımı bilip bunalımımı aşamıyorum zannediyorum yüzü güleç bir psikiyatra ihtiyacım var durumum gittikçe vahamet kazanıyor adı içimde kaybolan, ama içimin deli gibi bulmak istediği eski bir ismin depresyonunda boğulmamaya çalışıyorum "artık bu kadar değil bunun adı şımarıklık" diyor aklım.
galiba bıktığım hayattan kaçma bahanem bu olacak benim.

yalnızlığım kıskançlık krizlerine giriyor, sadece sadece onun olayım istiyor sevdiklerimi onda seveyim, kaçtıklarımdan ona sığınayım, hep onunla olayım daha önce de isterdi bunları ve ben her isteğine “evet” dediğimden olsa gerek istekleri emirleşmeye başladı.
ne yazık ki her emir karşısında muti bir asker buldu artık her hangi bir canlıyla selamlaşmama bile tahammül edemiyor hele elim kesildiğinden beri, hele içimdeki denizin suyu gidip sadece tuzu kaldığından beri daha önce fısıldamaya bile cüret edemediği ancak bir iki defa hissettirdiği şeyleri bağıra çağıra ulu orta söylemeye başladı derdim sen olmaktan bile çıkar gibi oluyordu ehlileştirilmesi gereken bir yalnızlık dürtüsü sarıyordu odaları "dünyada ikimiz başbaşa kalamayız" diyordu "en büyük yalnızlık sonsuzlukta, ebedi yalnızlık için ebedi mutluluk için yapman gereken pek az şey kaldı" "hem zaten yirmili yaşlar bitince burada durmanın anlamı ne?" "hem zaten "o" da gitti içinden "artık o başkası oldu kendi içinde ya sen de unutursan, "bırakıverirsen uğruna elini bıraktığın sevdiğini bi yerlerde, "gittiği yetmez gibi bi de unutturursa kendini "azıcık cesaret sonra ebedi bir yalnızlık, araya kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği ebedi bir yalnızlık" o kadar iştah açıcı konuşuyordu ki, tek yapmam gereken elimin gittiği boşluğa elimden arda kalanları göndermekti.

telefonları cevaplamayalı bir hafta oldu; kapıya gelenlere evde yokmuş numarası yapmaya başlayalı biraz daha az. telefonun şarjı bittiğinden beri evin içinde başka ses yok ne televizyon ne sevdiğim şarkılar. sen aramış mısındır diye merak bile etmiyorum sen olan sen sadece yabancısın hem annem yabancılarla konuşmamı istemezdi benim.
hayatımda ilk defa yalnızlığımdan korkuyorum ama o, o kadar ben ki hemen anlayıveriyor korkumu, kızmıyor, aksine şefkati artıyor "hadi" diyor "uzatma daha fazla, nefes alıp verdiğin sürece bir sürü sen olmayan şeyin tesirinde kalıp bunalacaksın" "kendini seç ve büyük boşlukta başlasın büyü"

elime pansuman yapmayı istemiyorum şu an, görmek istemiyorum benden önce gitmesi gereken yere giden parçamın bıraktığı derin boşluğu.
o kadar çok başım ağrıyor ki, bunlar hep yalnızlığıma koz oluyor yalnızlığım maskesini çıkarıyor yatağıma gidiyorum kırılan camın, buzlu mavisini toplamadım yerden içimin bir yerleri kaybolacak gibi geliyor toplarsam eğer cam kırıklarının en büyüğünü alıyorum, yatağıma uzanırken
anne eğer girersen rüyama ve eğer müşfik şefkatinle saracağını müjdeleyip beklediğini söylersen beni
bu yalnızlık bitecek
cam kırıklarının en büyüğü ben uyanınca çok önemli bir işe yarayacak.........

haber #

"kişinin sosyal işlevlerini ve günlük yaşama dair etkinliklerini rahatsız edecek, bozacak dereceye ulaşmış üzüntü, melankoli veya keder durumu"

bir tanıma göre, yukarıda yazılı olanların toplamı = depresyon..

ayrıca bu hafta bitelge yazarlarının kıyısına köşesine erdiği, değdiği, dokunduğu mevzu..

sarsılmadan okuyunuz, kenarından tüketiniz..

Pazartesi, Ocak 07, 2008

alay

bitelge'nin artık yeni bir yazarı var, alay.. yazılarını farklı oluşumlardan takip ettiğim bu güzel insan, "ya alay baksana, bitelge'de yazsana" dediğimde, yüzüme deliymişim gibi bakmadı. gerçi yüzüme bakacak durumda değildi, en mecazından, fakat "tamam aslı" deyiverdi, şaşırdım ben de, mutlu oldum, nasıl!..

şimdi artık yolumuza, büyümesi muhtemel bir yazar kadrosuyla devam ediyoruz.
ve bitelge bir yazı atölyesi olmak istiyor, mani olmuyoruz..

Perşembe, Ocak 03, 2008

bil diye

sarıl diye...
sadece bir kez olsun sarıl diye, ve darılma diye asla...

kırılacaksın diye korkarken ay'ı astılar göğe... kızıldı... küçükken de kızıldı o, sakalları da kızıldı... dedeliğinden sebep, aklar düşmeye başlamıştı yüzüne... aklar düşmüştü kızıllığına, aydınlamıştı. bense bir masalın en orta yerinde durup öylece düşler kuruyordum... masalların gerçek yanlarını tutup çekiyordum kendime doğru, hepsi de birer birer geliyordu... ne uysaldı gerçekler, ya da hakkını veriyorlardı rollerinin...

gerçeklerle savaşırken, sevişmezken asla ve bunu beyan etmezken, sen bil diye geceye sözler fısıldadım... sol yanımda duran, yaşımca koşturan daha bir coştu, geçti kendinden... "bu saçmasapanlıktan kurtar beni" dedim, "çünkü ben bunları kimseye anlatmadım... bil, yalnız sen bil, sadece sen sarıl ve asla darılma diye..."

bu masalın en orta yerinde, gerçeklikler ve efsunlu sözler indirdim gökten... yanıbaşıma aldım bir gece, uyudum... uykuyla karışık bir yolculuğa çıktım, yolda kaldım... bir tuzlu denizin kıyısından geçerken sonra bakakaldım dünyaya, saçları yosun kokan bir çocuk kucakladım, kimseye anlatmadım... bir sen bil diye...

yaz beni... adına engel deme... mani yok ki masallara ve çocuklar aç buna...
açlıklarını bastıracak üç elma da gökten düşmüyor ki sonunda...

bulanık sularda yüzdüm, boğuldum hatta uykuyla karışık bir zamanda... uyandığımda toz içindeydim, o denli susuzdu karmaşa, öyle ki, arınamadım ben de... kuru topraklara indir beni, tozu tenime yapışmayacak, gözlerime kaçmayacak uslu topraklara...

yalnız sen bil, sen duy, gör, anla diye...
bir tek sen eylemler sırala diye,
var ol diye nihayet, benim ol diye ben bunları kimseye anlatmadım... aklarıyla aydınlık ay gökte, bu şehirde, öğleden sonra.. ve ben bir masalın en orta yerinden bildiriyorum...

bir sen bil diye...