Çarşamba, Ocak 09, 2008

lanetli zamanlar

herkesin olduğu gibi benim de, çocukluğumun ilk göz ağrılarından biri renkleri sarı minnacık civcivlerdi.
annemle pazara gittiğimiz bir kış günü, yerde açılmış küçük karton kutuların üzerinde, bir birlerinin üzerine çıkarak bıcır gıcır sesler çıkaran sarı civciv yumağı, annemin dayanamadığını keşfettiğim, "anne çok istiyorum" ambiyansı ile birleşince şimdi sayısını hatırlayamadığım ama hatırı sayılır bir civciv servetine sahip olmuştum. eskiden oturduğumuz bahçeli evin bir nimeti olarak sürekli civcivlerle meşgul olabilme imkanım da olmuştu. çocukluğumda da yalnızlık severdim ve civcivlerim insan yalnızlığı istediğimi bilirlerdi.

benim küçüklüğüm seksenlerdir aynı zamanda. her şeyin başkalaştığı bir devreye denk düşer; yeni elektronik eşyaların, arabaların, inşaatların, hayali ihracatların bardaktan boşandığı bir zaman değişen ve gelişen türkiye bizim ev de bir nevi minyatür türkiyeydi diğer tüm evler gibi evimizin arka bahçesi de, hızla giden treni yakalamak üzere yapılan inşaatlara, ev sahipliği yapan bir gar.
ancak u şeklinde kocaman ve üst üste istif edilmiş demir yığını, çocukluğumun oyun hayal ve eğlence dünyasını kısıtlıyordu tek kısıtladığı dünya, benimki de değildi ayrıca demirlerin esaretine başkaldırıp annemin "aman dikkatli ol her yer demir" uyarılarını yok sayıp oynamaya devam ediyordum bahçede ve tabiî ki oyuncaklarım civcivlerle.

bir hafta sonu günüydü, ya da sabahçı olduğum ilk okulun ilk yıl günlerinden birinin öğle sonrası da olabilir çok da önemi yok bahçedeydim, civcivlerimi salıp peşlerinden koşarak garip oyunlar icat ediyordum; kimsenin bilmediği bir dünyaydı benimki; bakan herkesin görebildiği ama gören hiç kimsenin hiç bir şey anlamadığı, kendi anlamlarımla bi başıma.
beni hiç anlamayacak olan ama beni anladıklarını var saydığım veya beni anlamalarını çok istediğim de olabilir, civcivlerimle yapayalnız.

fakat maalesef her şey gitmesi gerektiği gibi gitmiyor veya her şey gitmesi gerektiği gibi gidiyor da biz bu gidişatı pek sevmiyoruz civicivlerimden birinin ayağı demirlere sıkışmıştı, küçücük ayağı kocaman demirlerin mengenesinde kalbim dayanmamıştı koşa koşa gittim yanına küçücük gövdesini iki elimin iki küçük avucunun arasına aldım ve var olan tüm gücümle çektim onu. ufacık, çelimsiz ve güçsüz bir çocuk olsam da civciv için herkül sayılırdım. civcivim dayanamamıştı küçücük bileklerimin acımsı kuvvetine küçücük ayakları küçücük gövdesini takip edememişti. gövdesi elimde, ayakları demirlerin kör kuyusunda, çocukluğum bir iki soluk fotoğraf ve göz yaşlarında kaldı.

çocukluğumun üzerinden çok geçti, hala genç sayılsam da, depresyon ve intihar yaşlarına yakınım
kolumdaki sargı bezi kirlendi yeni bir pansuman lazım; sızı dayanılamaz bir hal aldı, ağrı kesicilerin hiç bir etkisi yok, sözlerinin tesirini ettiği yeminle büyütmek isteyip her yeminiyle inandırıcılığını daha çok kaybeden yalancılar gibi hissediyorum kendimi ama gerçekten, gerçekten çok acı bir acı çekiyorum. zihnimi toplamam çok zor oluyor, sık sık acının sokaklarında kayboluyorum

bir hafta olmadı daha, yine her şeyin gitmesi gibi gitmediğini düşüneli herkesin bakabildiği, bakan herkesin gördüğü ama gören kimsenin anlayamadığı bir dünya kurmuştum yine. oyuncağım sendin, hiç “civcivim” diye sevmedim seni, eğer saçların gece karası yerine papatya sarısı olsaydı belki “civcivim” diye severdim çok seviyordum doğru, fazla söz israf olur ama çok sevse bile insan çocukluktan çok farklı değil hayat ben hala çocukluğumdaki gibi yalnızlığı seviyordum hatta sen derken ve senin için yaşarken bile yalnızlığımdı senin üstüne getirdiğim kumam.

herkesi yalnızlığımla aldattım ben. seni bile kendimde seviyordum seni, yalnızlığımın seniyle aldatıyordum sen olan seni şairin dediği gibi "ben seviyorsam sen bahaneydin", sen anlamıyordun ne olup da bu kadar sevdiğimi, niye bağlandığımı. ne kadar sevildiğine dair kendince gururlara kapılıyordun bir iki defa anlatmaya çalıştım sevdiğimin yalnız sendeki sen olmadığını ama anlayamadın üstelemedim ben de.

sana anlatmaya çalıştığım, senin anlayamadığın ve benim üstelemediğim koy verilmiş günlerin hemen ardından, bahçeme büyük büyük demirlerin atıldığı günleri yaşamaya başladım. oyun alanım daralmaya, küçülmeye başladı. senin salına salına dolaştığın günlerden biriydi, ayağın, sanki beni tüketmeye memur edilmiş, çocukluğumu çalan, o gaddar demirlere takıldı. üst üste istif demirlere, u gibi olan demirlere, beklerken, yağmuru ardına güneşi yemekten paslanmış demirlere. kendisine dolananı içine çeken demirlere ve kollarım çocukluğumdaki gibi cılız değildi artık, güvenle, hırsla, hışımla tuttum narin gövdenden seni bütün gücümle çektim, civcivim geldi gözümün önüne ve onun cansız bedeni kollarım gevşedi, gücüm tükenmişti kendimi yere bırakırken narin gövden de benimle düştü ama o incecik ayak bileklerin demirlerden kurtulamamıştı cansız gövdene sarılıp ağladım.

çok geçmemişti ki henüz, yerden bile kalkamamıştım ki, telefon çaldı; sadece sendeki sendin telefonun ucundaki. kelimelerle dolu bir sürü şey söyledin ardı ardına. bildiğim bir dil kullanmıyordun sanki sorduklarını geçiştirmeye bile lüzum görmeyerek kapattım telefonu. sevdiğim ölmüştü bendeki sen ayrılmıştı yanımdan senin senini belki de hiç sevmemiştim ben varken yoktun artık ki varken yok olanlar bir daha hiç var olamazlar
bıraktım cansız gövdeni halının üzerine,
her yer kan öfkelendim kendime.

küçüklüğümden beri yalnızlığımdan başka hiç bir şeyi elimde tutamamıştım, belki yalnızlığım kıskançlıkla kimseyi istemiyordu yanına ama o an bunu hiç düşünemedim kendime olan öfkem gözümü bürümüştü hem artık şımarık bir sevimlilikle şefkatini dileneceğim anneciğim de yoktu, öleli iki yıl oluyordu hayatımda ilk ve tek üzüldüğüm ölümdü.
öfkem dalga dalga kabardı sonra, odanın ortasında duruyordum ve birden bire, kontrol edemediğim bir şiddetle, kapıya koşup camına olanca gücümle bir yumruk attım camın buz mavisi yere düşerken kanımın kırmızısına bulaştı.
elimden akan ılık kan ve sıcağından olsa gerek acıtması gerektiği kadar acıtmayan acı rahatlattı beni, sakinleştim . böyle anlarda sakin olup aklı selim kararlar verebiliyorum. yakındaki özel hastaneye gitmeye karar verdim.

evden çıkmadan önce yırttığım bir fanila ile sarmış ve sıkmıştım bileğimi. yoldayken kaybettiğim kandan ve acıdan neredeyse düşecek hale gelmiştim acildeki doktorun endişeli yüz halini görene kadar, basit bir kesik zannediyordum oysa hemen ameliyata almışlar beni ben narkozdan önce bayılmışım
kendime geldiğimde hatırımda kalan tek şey doktorun endişeli yüzüydü. boğazımda müthiş bir kuruluk ve kolumda kesici bir acı karşıladı hemen sonrasında ve buyur etti beni.
ne olduğunu anlamaya çalışırken gelen hemşire sorduğum hiç bir soruya cevap vermeden "birazdan doktor bey gelecek, kendisine sorarsınız" diyerek kaçar adım çıktı odadan.

kendime şaşıyordum hayatımda daha önce hiç olmadığı kadar çok canım yanıyordu ve ben hala kaybolan senime üzülüyordum. acılar birbirine karıştıkça boğazım kuruyordu sadece dudaklarıma su değdirebiliyordum bilmem ne kadar zaman su içmemem gerektiğini söylemişti hemşire.
doktor geldi gerçekten, az sonra yaşlıca, orta boylu ve iyi bir doktorda olması gereken en önemli özelliklerden biri olarak güleç bir yüze sahipti; özen gösterdiği belli bıyıkları vardı. rahatlatan bir ifade ile, yaşının da avantajını kullanıp, göz kırparak "hayırdır" dedi "pek hayra da alamet değil ama. sinirlendin herhalde birilerine, kız meselesi mi yoksa?"
o kadar basit söylüyordu ki sanki içimin fırtınalarını anlatsam bir meltem esintisini abartmış gibi olacaktım; konuştuk biraz anlatmadım tabi neler olduğunu daha sonra doktorun yüzünde az önce içten olan rahatlık, bana durumun ne olduğunu söyleme vakti gelince, yerini yalancı bir gülmeye bıraktı, bu tecrübedeki bir doktorun bile rahat söyleyemediği bir durum varsa ortada, durum çok ciddi demekti. durumun tesirini kırıp beni hale hazırlamak için doktorun söylediği onlarca cümle arasında "maalesef "ve "kesmek zorunda kaldık" dikkatimi çekti sadece. acımı unuttum gözlerimden bir kaç damla yaş gelecekti ki, hiç sevmezdim başkasının yanında ağlamayı, başımı çevirdim. doktor halimden anlayıp ertesi gün çıkabileceğimi söyleyerek çıktı.

odadan yalnız kalmıştım. niye yaş geliyordu gözümden? elim kesildiği için mi yoksa içimin tamire gelmez bir hasarı var olduğundan mı bilmiyorum. yalnızlığıma sığındım yalnızlığım benim, ben yalnızlığımın hastaneden çıkalı iki gün oluyor kolum ilk gün çok fazla acıdı artık kolum vardı sadece, elim diyemiyorum tırnak kesmek gibi bir şey, bir hafta önce etine bağlı sonra kesilip atılıveriyor bir tarafa tek farkı arkada bıraktığı zehirli acı bileği artık işlevini kaybetmiş, eli kesilmiş bir adamın tahmin ettiğim "elim kesildi elsiz ne yaparım" depresyonu yok içimde ama daha derin bir depresyon saldırıyor sol boşluğumdan teselli nasipsizi bir sancı sarıyor içimi bunalımı bilip bunalımımı aşamıyorum zannediyorum yüzü güleç bir psikiyatra ihtiyacım var durumum gittikçe vahamet kazanıyor adı içimde kaybolan, ama içimin deli gibi bulmak istediği eski bir ismin depresyonunda boğulmamaya çalışıyorum "artık bu kadar değil bunun adı şımarıklık" diyor aklım.
galiba bıktığım hayattan kaçma bahanem bu olacak benim.

yalnızlığım kıskançlık krizlerine giriyor, sadece sadece onun olayım istiyor sevdiklerimi onda seveyim, kaçtıklarımdan ona sığınayım, hep onunla olayım daha önce de isterdi bunları ve ben her isteğine “evet” dediğimden olsa gerek istekleri emirleşmeye başladı.
ne yazık ki her emir karşısında muti bir asker buldu artık her hangi bir canlıyla selamlaşmama bile tahammül edemiyor hele elim kesildiğinden beri, hele içimdeki denizin suyu gidip sadece tuzu kaldığından beri daha önce fısıldamaya bile cüret edemediği ancak bir iki defa hissettirdiği şeyleri bağıra çağıra ulu orta söylemeye başladı derdim sen olmaktan bile çıkar gibi oluyordu ehlileştirilmesi gereken bir yalnızlık dürtüsü sarıyordu odaları "dünyada ikimiz başbaşa kalamayız" diyordu "en büyük yalnızlık sonsuzlukta, ebedi yalnızlık için ebedi mutluluk için yapman gereken pek az şey kaldı" "hem zaten yirmili yaşlar bitince burada durmanın anlamı ne?" "hem zaten "o" da gitti içinden "artık o başkası oldu kendi içinde ya sen de unutursan, "bırakıverirsen uğruna elini bıraktığın sevdiğini bi yerlerde, "gittiği yetmez gibi bi de unutturursa kendini "azıcık cesaret sonra ebedi bir yalnızlık, araya kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği ebedi bir yalnızlık" o kadar iştah açıcı konuşuyordu ki, tek yapmam gereken elimin gittiği boşluğa elimden arda kalanları göndermekti.

telefonları cevaplamayalı bir hafta oldu; kapıya gelenlere evde yokmuş numarası yapmaya başlayalı biraz daha az. telefonun şarjı bittiğinden beri evin içinde başka ses yok ne televizyon ne sevdiğim şarkılar. sen aramış mısındır diye merak bile etmiyorum sen olan sen sadece yabancısın hem annem yabancılarla konuşmamı istemezdi benim.
hayatımda ilk defa yalnızlığımdan korkuyorum ama o, o kadar ben ki hemen anlayıveriyor korkumu, kızmıyor, aksine şefkati artıyor "hadi" diyor "uzatma daha fazla, nefes alıp verdiğin sürece bir sürü sen olmayan şeyin tesirinde kalıp bunalacaksın" "kendini seç ve büyük boşlukta başlasın büyü"

elime pansuman yapmayı istemiyorum şu an, görmek istemiyorum benden önce gitmesi gereken yere giden parçamın bıraktığı derin boşluğu.
o kadar çok başım ağrıyor ki, bunlar hep yalnızlığıma koz oluyor yalnızlığım maskesini çıkarıyor yatağıma gidiyorum kırılan camın, buzlu mavisini toplamadım yerden içimin bir yerleri kaybolacak gibi geliyor toplarsam eğer cam kırıklarının en büyüğünü alıyorum, yatağıma uzanırken
anne eğer girersen rüyama ve eğer müşfik şefkatinle saracağını müjdeleyip beklediğini söylersen beni
bu yalnızlık bitecek
cam kırıklarının en büyüğü ben uyanınca çok önemli bir işe yarayacak.........

Hiç yorum yok: