Perşembe, Ocak 24, 2008

kadınlar ağlar

uzun zaman önce almıştım bu fincanı; sütlü kahve ve kırmızı toprak renklerinde, üzerinde kahve çekirdekleri filan var; eşliğinde içtiğim sert kahvelerden başka herhangi bir özelliği yok.
bu gece sıkıntıdan olsa gerek, kahve içerken elimde çevirdiğim sıra fark ettim kahverengi tonların arasında siluet halinde diz çökmüş kadını ve bilmem neden ağlar gibi hissettim ilk his. karmaşık soruda akla gelen ilk şık gibi; doğrudur o halde, mutlaka ağlıyordur o kadın.

ağlayan bir kadın.
toprak gibi, yaprak gibi, bahar çiçekleri ve kışın üşüyen çocuklar gibi; bildik, sıradan.
evet ağlıyordu bu kadın, gözyaşları seçilemiyor siluetten; zaten kadın var mı yok mu belli değil “hani ne kadınlar sevdim sevdim zaten yoktular, böyle bir sevmek görülmemiştir” dediğinden olası olmayan bir kadının, var mı yok mu olduğu belli olmayan göz yaşlarını tartıyorum ve olası yaşını düşünüyorum.

her yaşını gözyaşı hesabı ile tutsam diye düşünürüm bazen tanıdığım kadınların,
her anne gibi benim annem de o hesapla ölümsüzlüğe mahkûm lanetli bir kaplumbağa gibi olur o zaman, evi sırtında yaşamak lanetine mahkûm.
kırılganlıklarından ve ayrılıklardan dolu dolu olan gözleri ile, tanıdığım “el kızları” geliyor aklıma, gözyaşları koza ile kelebek arası bir yaş.
emniyet ve güven bekledikleri ağızlardan duydukları ile ve bu duyduklarını ses hızını aşan bir süratle hemen oracıkta gözyaşına kalbeden kadınlar, ki ben en çok bu yaşları severim belki müsebbibi olduğumdan kendime ait hissederim belki o düşmekle düşmemek arasında kararsız kalan gözyaşının, göze verdiği parlak canlılığı severim.
korkarım hem böylesi dolan gözlerin gazabından.
çocuğu olmayan uzun uzun yıl hesapları ile evli kadınlar; her sofrada ekmeğe katık bir utanç baş köşede, göz yaşları kucaklarına düşüyor ve başlarını okşuyorlar ellerinden tuttukları gözyaşlarını doğmamış çocukları yerine.
sineye çektikleri koca nefesi ve etrafın sadist acıma seansları arasında yaşlanıyorlar.
çamurlu sokakların gayrı meşru gecekondu odalarında, ellerine üç beş para bi şey tutuşturan kart adamların bi yerlerini tutarak büyüyen körpecik kızlar hatırlıyorum gizli kamera görüntülerinden.
okul önlüklerini çıkarmadan daha, pek müşfik amcalarının kucaklarında hayatın kadını olmayı öğrenen kızlara ve harita metod defteri alamadıkları için döktükleri göz yaşlarına gidiyorum zihnimin karanlık tünellerinde, defter defter yaşları önümde.
gündeliğe gittiği evlerde ceviz masanın tozunu alırken, babasının hayvanın önüne et atar gibi gelin ettiği herifin hayırsızlığına, ağlayan kadınlar,
“herifine içki parası bulmak için daha fazla zengin mutfağı temizlemeli” olanlar.
ne yaparlarsa yapsınlar durduramadıkları zamanın yüzlerine çizdiği çizgileri estetik bir elin çizdiği çizgiye peşkeş çeken ama mümkün değil gençleşemeyen, daha çok yaşlanan kadınlar. ip çekme yarışının bir tarafında gerdirdikleri uzuvları diğer tarafında hayatın çarkına kaptırdıkları kolları, gözyaşları ifadesiz yüzlerinde sadece makyaj bozan bir asit.

aniden soğudu hava, kahve de soğudu ama son yudumda içtim kalan kısmını, şekersiz olduğundan soğuk da olsa tadı değişmiyor fazla.
fincan iki su bardağı hacminde
elektrik kesilmedi allahtan bu akşam.
bu ara her gece kesilmesi adetten, elektrik sobasını yakmak iyi olur bu durumda, parmak uçlarım soğuğu hissetmeyecek birazdan, böyle olur hep ordan biliyorum.

fincana bakıyorum sözde ama gözlerim gayrı ihtiyari kadının olduğu tarafa gidiyor, kadın eteklerini bacaklarının arasına almış ve yere oturmuş vaziyette.
dizleri havada, elinde sanırım bir sigara var neden bilmem fahişe olduğunu düşünüyorum, bir ispanyol fahişesi hem çingene;
fincana hakim olan solgun kırmızı ve sütlü kahve rengi düşündürtüyor bana bunu sanırım.
saçları siyah, dalgalı ve kirli .
hala ağladığını düşünüyorum ama bu sefer gözyaşları yok gibi,
her müşterisine farklı farklı hikâyeler anlatıyor, acıklı paydası hiç değişmeyen.
kiminde dört yaşındaki oğlunu doyurmak için sattığını söylüyor etini, kiminde yatalak annesine ilaç almak için burada oturduğunu, küçükken kaçırıldığı ve yıllardır ailesini görmeden zorla çalıştırıldığı sevdiği mesleki hikâyelerinden, yalnızlar rıhtımına dönen bir akşamda bekaretini verdiği denizcinin, kendisi yerine denizleri tercih ettiği ve onun da o denizciden intikam almak için sadece ona verdiği etini herkese açarak o denizciyi sıradanlaştırdığını da anlattığı oluyor;
sanırım o duvarın dibinde otururken ve müşteri olmadığı akşamlarda uydurmuş bu hikayeleri.
her orospu gibi hikayesini yalnız kendisi biliyor; beni ilgilendiren sadece ağlaması ve akmayan gözyaşları inandırıcılığını arttırıyor.

kendi inandırıcılığımın sarsılmayacağını bilsem şansımı zorlamayacağıma dair en ufak bir his olsa içimde sanırım şöyle derdim;
gecenin bu vakti kahve fincanındaki kadın silueti darmadağın etti beni bunca zaman içtiğim kahvelerin bi yanından hep bana bakar durur bir silueti ilk kez görmüş olmanın ve bir kadını önemsememiş olmanın nelere mal olabileceğini kendine kadar tecrübe etmiş biri olarak bu ağlamanın ve duvar dibinde oturmanın sebebinin bu unutulma ve umursanmama olduğunu düşünüyorum artık hapsedildiği fincanın kırmızıya çalan duvarına yaslanırken sanırım tek umudu her akşam kahve servisi yaptığı adam tarafından fark edilmekti ve eğer fark edilmeseydi sonsuza kadar ağlayacaktı, kendisini yalnız bırakan gözyaşlarının rağmına.
şimdiden yüzüne renk gözlerine yaş yürüdü gibi.-

neyse dağılmasın titreyip kendime geliyorum
diyorum ki ağlar kadınlar istisnasız
geçerli sebebi olanları da vardır laf olsun diye ağlayanı da
benim fincanımdaki ispanyol fahişe de ağlar
benim fincanımda esir olan ve bi başına düşmüş kadın da
umursanmayı bekleyen her kadın da
bir yanı sırıtan monalisa da

Hiç yorum yok: